Kişilik Oluşumu

Kişilik Oluşumu

  • 4.70

Kişilik Oluşumu adlı makaleye ait dvd video konuşmasını satın almak için http://yayin.psikoterapi.com adresimizi ziyaret edebilir ya da Buraya tıklayarak sipariş verebilirsiniz.

 Kişilik Oluşumu

Uz. Dr. Tahir Özakkaş

  Bu biyolojik yapının ahenkli bir şekilde varlığını sürdürebilmesi, büyüyebilmesi için uygun bir çevrede yaşamını sürdürmesi gerekir. Onun içerisinde açmaya hazır bir takım goncalar, güller var. Bu gonca ve güller ruhsal yapımızın ana komponentleri. Bu yapılar belirli bir ortamda bir uyarıya muhatap olursa açılıyorlar, gül halini alıyorlar. Uyarıya muhatap olmazlarsa sönüp kalıyorlar. Bu ne demek? Bu şu demek, bebek doğduğunda temel ihtiyacı ruhsal yapının şekillenebilmesi için dışarıdan uyarı ile beslenmesi gerekir. Bu uyarı beş duyu dediğimiz görsel, işitsel, dokunsal, tatsal ve duyusal uyarılarla uyarılması gerekir. İşte doğduğu ortamdaki diğer insanlar ve bireyler, bu çocuğa ne kadar çok uyaran verir ise onun ruhsal goncasının açılmasına ve bir gül haline gelmesine neden olur. Eğer çocukla ilgilenilmez, çocuğa bu uyarılar verilmez ise çocuğun ruhsal gelişimi bir nevi kavrularak daha açmadan sönen bir goncaya dönüşmektedir. Bunun tipik örnekleri: Yetiştirme yurtlarında anne ve babasız büyütülen çocukların, motor ve mental gelişim dediğimiz ruhsal gelişimlerinin. Yaşıtlarına göre birkaç yaş geriden gelmesi. Eğer imkân olsaydı, denemek mümkün olsaydı, bir çocuğun hiç uyarı olmadan sadece beslenmesini temin etseydik. Hiçbir insani potansiyeli gelişmezdi. Şimdi, bizim burada konuşacağımız konu, böyle bir yapının yani komplike buzdolabı gibi düşüneceğimiz. Kendisinden bihaber olan, habersiz olan yapının. Nasıl olurda bir kendilik tasarımı, bir benlik gelişimi ve kendi farkındalığını oluşturan bir sürecin içerisine giriyor. Bu tamamen beynimizin gelişim sürecinde ortaya çıkan bir yapılandırma. Burada hasseten şunu belirtmek istiyorum. Dini kavram olan spritüel kavramı ile psikolojik kavram olan pisi kavramı birbirinden ayrıdır. Spritüel kavramı yani ruh dediğimiz ilahi kaynaktan olduğu öne sürülen daha çok teolojinin ilgi alanına giren ruhla, bugün bizim işimiz yok. Bugün bizim işimiz beynimizin fonksiyonları olan, gelişim süreci ile ortaya çıkan, anlamlandırma, idrak, değerlendirme kavrama, kendilik oluşumu tasarım gibi. Bildiğimiz test ettiğimiz evrensel psikolojik gelişim süreçlerinden bahsedeceğiz. Konuşacağımızı spritüel anlamda bir ruh olarak kavrarsak çok yanlış değerlendirmiş oluruz. O bizim ilgi alanımızın dışında. Evet, bir insan, dünyaya geldiğinde. Psikolojik yapı itibariyle nöral bağlantılar dediğimiz beş duyu ile alınan duyuları elektriksel potansiyeller halinde sinir uçlarına ileten bir ağ, bir telekomünikasyon ağı. Bu ağın telleri elektriksel impulslar halinde beyine milyarlarca uyarıyı aynı anda verirler. Bunlar kompleks, karmaşık ve anlamasızdır. Ama ilk başta anlamasız olan bu uyarılar. Dışarıdan gelen uyarı beslenmesiyle yavaş yavaş sanki bir bilgisayarda dosyalar açılmış gibi. Benzer uyarılar benzer dosyalara konmaktadır. İşte bu benzer uyarıların benzer dosyalara konmaları belirli bir eşik değerin üzerine çıktığında bebekte tepkisel cevaplar ortaya çıkar. Bu cevaplar yine şuurlu cevaplar değildir. İşte onbeş yirmi gün sonra üç hafta iken annesinin yüzünü ve kokusunu çok daha impuls olarak içine alan bebek. Bunu bir müddet sonra ’’sanki bizi tanıdı, annesine gülüyor’’ diye. İfade ettiğimiz bir gülme cevabı ile cevaplandırır. Yani aynı yüz, aynı sima hep onunla günlerce en yakın şekilde muhatap olduğu için ondan gelen sinirsel uyarılar bir merkezi aynı frekans değerinde uyarmaktadır. Bu uyarıyla birlikte de ona bir cevap oluşmaktadır. Gülme cevabı işte bu şekilde. Anne ile başlayan süreç, yavaş yavaş dıştaki nesnelerin içe doğru akışını ve onların yavaş yavaş birbirlerinde fark edilmesini sağlayan bir sistemi oluşturmaktadır. Bu sistem çok yoğun bir faaliyet içerisinde bebekliğin ilk dönemlerinde inanılmaz bir faaliyetle beyne, hard diske kayıt yapmaktadır. İşte bu hard diske yapılan kayıtlar çok görülen, çok uyarılan merkezlerde, farklı uyarı merkezleri oluşturmaktadır. İşte göz, göz merkezinde, beynin arka bölgesinde böyle bir depolama sistemi yaparken. Kulak, tat ve tüm vücudumuzu oluşturan veri mekanizması, vücudumuzun sınırlarının nerede başladığını, nerede bittiğini dünyadan bizi ayırmaktadır. Bebek kendi vücudu ile dış dünyanın sınırlarını bilemez yani vücudu nerede başlıyor, nerede bitiyor bunu bilemez çünkü vücut tasarımı yoktur. Ama bu ruhsal komponentin, beynin gelişimiyle beraber sağa sola vücudunu dokundura dokundura kendi vücudunun sınırlarını keşfetme yolculuğuna gider. Elininin kendi eli olduğunu bilmez, ayağının kendi ayağı olduğunu bilmez. Günü birinde oynayan bir el görür ama içeride bir şeylerin uyarılabildiğini fark eder. Bu onun için inanılmaz bir oyundur, inanılmaz bir keyiftir. Bunu keşfettikten sonra bu elin kendisine ait olduğu ve kendisinin devamı olduğu tasarımı eklenir. Bir müddet sonra eli diğer eline değer aman Tanrım bir şeye dokundum, dokunan ve dokunulan benim. Dokunan kavramı ile dokunulan olmak arasındaki sınırları keşfeder. Vücut gelişimi bununla da kalmaz. Günü birinde yatarken alt taraftan bir şey kalkar yukarıya doğru, bir hareketli ayak. O ayağı önce hayretle seyreder. O başkasının bir şeyidir, dışarıda bir şeydir. Ama ondan aldığı dokunma duygusu ile kendisin bir uzantısı olduğu keşfeder. Eliyle ayağını tuttuğunda dokunan ve dokunulan inanılmaz. İşte bu müthiş macerada kendi vücudunun sınırlarını keşfeden bir yapı ortaya çıkar. İşte bu yapı olana kadar kendisi bir gaz kümesidir yoktur. İşte bu dönemde ilk benlik çekirdeği dediğimiz çekirdek oluşur. Bu sınırlarını keşfetme, dış dünyayı gruplandırma, anne-baba, masa-sandalye, canlı-cansız, pis kokan-iyi kokan şeklinde sınıflandırma sistemleri tamamlanırken. İnsanların kendine olan bakışlarından, yaklaşımlarından kendisinin ne olduğu ile ilgili kavram çıkarması lazım. Şimdi biz, dış nesnelerle ilgili rahatça şu anda da bir karar verebiliriz. İşte bu salondayız, Doktor Tahir Bey konuşuyor, arkadaşlarımız dinliyor. Dışarıyı gayet net dizayn ediyoruz. Bebekte aynı şekilde dış dünyadan bununla ilgili beş duyusuyla malzemeleri toplar içeriye. Nesne tasarımları dediğimiz tasarımları oluşturur. Ama kendisi nedir bebeğin? Kendisiyle ilgili bir bilgisi yoktur. Sizi görüyor, sizi hissediyor, size dokunuyor, sizi tadabiliyor, sizi koklayabiliyor ama kendi vücudu ve benliği bu imkânlardan mahrum. Kendini göremiyor, kendini deneyimleyemiyor kendi hakkında bir karar veremiyor. İşte burada çok önemli bir kavram ortaya çıkıyor “mirroring” dediğimiz. Kendisinin ne olduğuyla ilgili kararı verebilmek için kendisine bakım veren insanların yüzündeki ifade ve gözündeki ışığa bakıyor. Eğer karşındaki insan ona değerli bir şeymiş gibi bakıyorsa ilk kendilik çekirdeğinin, ilk güvenin çok önemli olduğu şeklinde bir değerlilik hissi çekirdek olarak atılıyor. Onun içinde kendisini seven ve ilgilenen çok değer veren birisinin ona bakım vermesi lazım. Bu da tabiî ki anne oluyor. İşte annenin çocuğuna böyle inanılmaz sevgi ve şefkatle bakması, inanılmaz değerli bakması, yüreğine sokup içine alması, onun için ölebilmesi hepimizin içinde, o inanılmaz güçteki, biz çok önemliyiz ve değerliyiz çekirdeğinin temelini atıyor ve biz bu sermayeyi bir ömür boyu sermayeyi kullanacağız. Hepimiz derinden derine kendimizin çok önemli ve değerli olduğu hissini, annemizin ilk bir yaşında, ilk on iki ayda atmış olduğu bakıştan çözüyoruz. Tabii bu şansı herkes yakalayamıyor. Kimler şizofren bir anne, kimler gayrimeşru doğmuş bir çocuk, kimler tecavüzden sonra ortaya çıkan bir bebek yani annesiyle çocuğun buluşamadığı ruh hastalıkları, sosyal şartlar nedeniyle çocuğun atıl kaldığı ve sevilemediği durumlarda çocuk sadece acınılan, merhamet edilen, mecburen bakılan, yurtlarda yetiştirilmiş bir çocuk olacak. İlk kendilik tasarımı da masadan, sandalyeden farksız bir eşya gibi hisseden, temel çekirdeğini değersizlik üzerine bina etmiş olan bir kendilik tasarımı olacak ve o insanlar dünyada ne kadar büyük işler başarmışlarsa başarsınlar, ne kadar okusalar da okusunlar eğer yoğun bir terapiden geçmemişlerse kendilerini derinden derine hep değersiz ve yetersiz hissederler. Konuşmacı: Eğer yoğun bir… Tahir ÖZAKKAŞ: Terapiden geçmemişlerse kendilerini değersiz hissederler. Bu değersizlik ve yetersizlik duygularını alt edebilmek içinde inanılmaz efor sarf ederek, bu dünyada çok başarılı olmaya, hayran olunan bir insan olmaya çalışırlar ki, o açığı kapatabilsinler ama o açık kapanmaz. Çünkü bir sonsuz delik gibidir. Tabii bu evrede annenin bakış tarzlarında zaman, zaman çocuğun yaramazlıkları, çocuğun altına kakasını yapması, çocuğun gecenin ikisinde, üçünde, dördünde acıkarak uyanması ve annenin uykusunu bozması. Annenin işi gücü varken, çocuğun ondan ilgi istemesi zaman zaman anneyi veya bakıcıyı bunaltır. O zaman anne “öf yeter be yinemi kaka yaptın, yine mi çiş yaptın, yine mi ağlıyorsun, yine mi doymadın şeklinde turşu bir suratla çocuğa yaklaşır. Çocuk bunları anlamlandıracak ne mental yapısı vardır, ne kapasitesi vardır, ne de onları bir değerlendirecek sistemi vardır. Çocuk ne yapar? Bir yaşları civarında annenin bakışları karşısında ikinci bir kendilik çekirdeği oluşturur. Bu da annenin kendisine bir pislik gibi bakmasından dolayı hissedilen, kendisiyle ilgili değersiz ve kötü insan olma. İşte bu çekirdek bizim ömür boyu yakamızı bırakmaz. Bu iki çekirdek birbirinden bağımsız olarak ruh dünyamızın ilk ana komponentidir, parçasıdır. Bunlar ilk başta ayrı ayrı var olurlar, beş altı yaşlarında bunlar daha sonra birleşecekler. Ruhsal yapılar normal işlerlerse, işte karşıdaki insan bize nasıl bakarsa bebekliğimizde o içimizdeki çekirdek aktifleşiyor, hayranlıkla bize bakan bir yüz ve göz görürsek kendimizin önemlilik ve değerlilik çekirdeğini aktifleştiririz. Yok, bize altımıza çiş yapmışız, kaka yapmışız, gecenin bir vakti annemizi uyandırmışız, asık bir suratla annemiz bakıyorsa veya bakıcımız bakıyorsa kötü kendiliğiniz aktif olur yani değersiz, yetersiz ,pis, kaka bir kişilik, istenmeyen birisi. İşte bunu hayatımızın her boyutunda görüyoruz. Gittiğimiz bir toplantıda karşıdaki arkadaşlarımız beni ilgiyle, alakayla dinliyorlarsa kendimi iyi hissediyorum. Nitekim o şekilde dinlediklerini görüyorum arkadaşların ama bana böyle aşağılayarak baksaydınız, tiksinerek baksaydınız ,ben kendimi zor tutacaktım, kendimi kötü hissedecektim. Bunu siz kendinizde test edebilirsiniz, objektif olduğuna inandığınız her insanı bir gün yüceltin, ona çok olağanüstü bakışlarla bakın, çok değerli olduğuyla ilgili hisle bakın, o insan kendini çok iyi hissedecektir. Ardından o insana bir gün sonra veya bir saat sonra aşağılayarak bakın, pis pis bakın o insan kendini kötü hissedecektir. Kaynak nerede? Bebeklik döneminde annenin bakışları. İşte bu yapıyı ne kadar objektif ve reel manada bir kendilik tasarımına dönüştürebiliyorsa, siz ne kadar yüksek bakarsanız bakın ben kendimin ne olduğunu biliyorum, o kadar abartmam kendimi, siz bana ne kadar aşağılık şekilde bakarsanız bakın, kendilik tasarımım objektif olarak iç dünyamda netleşmiş ise yine kale almam. Eğer bu anlamda kendilik tasarımlarımız zayıfsa dışarıdan gelen datalara göre iniş ve çıkış gösterir. Sağlıklı olan insanlarda o marjın dar olması lazım. Evet, bu bir yaşındaki dönemlerde çocuk “basic trust” dediğimiz temel güven duygusunu oluşturur. Bu da ancak bakım veren anne ile mümkündür. Nedir temel güven duygusu; ilk nöronal bağlantıların kurulduğu dönemde eşyanın, nesnenin varlığının, sürekliliğinin devam edeceği inancıdır. Anne hep orada olacak ve ona bakım verecek. Ateş, ateş olarak kalacak. Su, su olarak kalacak. Renk, renk olarak kalacak. Duvar, duvar olarak kalacak. Bunu şöyle anlatabilirim; evimizde çok rahat oturuyoruz, yaşıyoruz aklımızdan hiçbir şey geçmiyor, çok mutluyuz çoluğumuzla çocuğumuzla, günün birinde sarsıntıyla deprem binamızı sallıyor. Ya nerden çıktı, bu dünya sağlamdı. Ufacık bir sarsıntı, ardından haftalarca, aylarca evimizde yatamayan, sokaklarda yatan, arabalarda yatan bir yapıyı oluşturuyor ufacık bir titreme. Aman deprem oluyor kaygısını yarattı. Ne oldu yerin sağlamlığı ile ilgili temel güven duygumuzda ufacık bir çatlak meydana geldi. İşte bu yapının, bu kadar kendimizden emin olan yapının oluşabilmesi için annenin sürekli bakımını vermesi ve çocuğa her zaman bu konuda bir mihenk taşı olması gerekir. Anne bir referans noktasıdır. Çocuk bu dönemde anne ile kaynaşır anne ile iç içe geçer, anneyle sanki tek vücut gibidir. İlk bir yaşında anne ile birleşir ruhsal olarak onunla ayrı değildir. Her ne kadar kendi vücudunun sınırlarını keşfediyor ama dünyayı anlamlandırabilmek için annenin ruhuyla bütün hisseder, kendini anneden ayrıştıramaz ruhunu çünkü anne sayesinde dünyayı gözlemleyebilir anneye sığınarak dünyayı anlamlandırabilir. Anneniz gözüne bakarak dünyada ne olduğunu fark eder çocuk düşer yere ayağı takılır ilk baktığı hareket annedir. Annenin yüzündeki ifade tedirginlik ise bu kötü bir şey başına kötü bir şey geldi başlar ağlamaya ama anne lakayt hadi koş derse ha bu ağlanacak bir şey değil acınacak bir şey değilmiş çocuk koşar. Ne oldu hep annenin gözünden dünyayı anlamlandıran bir hayata ilk adımlarımızı atıyoruz. Bu açıdan anne çok önemlidir ilk bir yaşında. Bu bir yaşının son dönemlerinde egzersizler başlar o kendilik tasarımı oluştuktan sonra bu epigenetik açılım diyoruz yani buzdolabına belirli malzemeler yüklendi buzdolabı bilgisayara dönüşecek. Bu ruhsal yapının ilk kendilik tasarımları zihninde oluşturduktan sonra bilemediğimiz bir mekanizma ile çocuk altıncı aydan sonra anneden ayrılma denemelerine başlıyor. İlk ayrılması annenin kucağında yatarken başının geriye doğru atması ruhsal olarak bir doğum gerçekleştirecek anne senin içindeyim ama ruhsal olarak biraz da ben ayrı bir birey olmak istiyorum diyor. İşte bu birey olma mücadelesi ilk bir yılın son altı ayında yavaş, yavaş annenin kucağından inme birkaç saniye belki dışarıda durma tekrar anneye dönme. Bir yaşına geldiğin de bu egzersizler tamamlanmıştır ruhsal yapı ayrı bir birey olarak yuvadan uçacaktır. Ne olur bir yaşına geldiği zaman çocuk yatay hareketten yani sürünmekten dikey harekete geçer yürümeye. Çocuğun tek derdi vardır o zaman bir yaşında başlayan ve üç yaşına kadar süren iki yıllık süre içerisinde bırak ben kendim yaparım karışma bana ilk birey ve özerk olma dönemidir. İşte burada ailenin anne babanı veya bakım veren birilerinin çocuğun bireyselliğini desteklemesi çocuğun hayatında inanılmaz potansiyel başlatacaktır. Yalnız başına ben her şeyi yaparım güç ve iktidarını verecektir. Tabii bu anne için elindeki bir yavrunun kopması yeni bir doğum gerçekleştirmesidir. Anneler bunu istemezler yavrularının kendi başlarına hareket etmeleri onları ürkütür anları sevgi adına kucaklamak adına başlarına bir takım tehlikeler gelmesin adına onların bağımsızlık hareketlerini ezerler ve yok ederler. Ne oldu o çocuk anneye bağımlı bir çocuk oldu. Bu çocuk daha sonraki hayatında bağımsız özerk hareket edemeyen hep birilerinden onay isteyen hep birilerine yaslanan hep birilerine bağımlı ve bağlı bir kimliğin inşası çıkar karşımıza. Hâlbuki o dönemde anne o iki yıllık süre içerisinde koş oğlum koş kızım hayat senindir gidebilirsin önün açık olsun yolun açık olsun bu mesajlarla bakar ama korkma düştüğün yerde ben yanındayım mesajını verebilirse o çocukta müthiş bir ruhsal gelişim potansiyeli ortaya çıkar. Ama maalesef bizim toplumumuzda bakıyoruz anneler bu iki yıllık dönemde iki ve üçüncü yaşta çocukların üzerine aşırı titredikleri hep eteklerinin altında muhafaza ederek onları korumaya çalıştıklar ve onları mahvettiklerini görürüz. Bu manada anneler iyilik yaparken çocuklarına zulüm ediyorlar ve onları yanlış yetiştiriyorlar. Evet, iki yıllık süre içersinde çocukta kimlik ve kişilik gelişimi oluşur. Burada kimlik ve kişilik gelişiminin en temel püf noktası insan olmamızın temel dayanağı irade kavramının çıkmasıdır. Bir yaşına kadar yok. Çocuk irade dediğimiz bir şeyi yapıp yapmama gücünü farkında değildir yine bir buzdolabının gelişmiş modeli diyebilirsiniz. Bir yaşında bu dolabı ayaklanıyor diyor ki ben kendimin farkındayım yürümeyle başlayan bu adımı ben atıyorum istersem atarım istersem atmam. Önümde üç tane oyuncak var bu oyuncaklardan birisiyle oynayabilirim. Çocukta bu sefer inanılmaz bir araştırma başlar yani olayın eylemin başlatıcısı olma keyfi onu o kadar mutlu ediyor ki yeni bir oyuncak dünya oyuncağı ile karşı karşıya ve her şeyi kendi planlıyor. Zihninde planlıyor irade ediyor ve yöneliyor. Düşündüğüne yönelebiliyor. Bu bizim için hayatımızda inanılmaz bir keyif ve zevk. Evet, şu anda bağımsız ve özerk bireyler kafalarında bir şeyi planlayıp geçirip eyleme soktuklarında nasıl mutluluk hissediyorlar nasıl kendi varoluşlarını geçekleştiriyorlarsa bebeklerde ikinci ve üçüncü yaşta hayatın o küçük oyuncaklarında iradesini kullanama yetisini oluşturuyor. Evet, benim önümde iki tane nesne var buna da dokunabilirim buna da dokunabilirim. Karar veriyorum buna dokunma kararı verdim yok vazgeçtim buna dokunma kararı verdim. Ne oldu bu kararı veren nedir benim iradem buna da dokunabiliyorum buna da dokunabiliyorum. Fakat çocuk düşünün ki bir odada bir bebek bir yaşında yürümeyi öğrenmiş bir bebek eşyaların nasıl kullanılacağı ile ilgili bilgi sahibi değil. Bunu gözlemlemesi lazım. Bir koltuk bu yenilen bir şey mi? İçilen bir şey mi? sobada yakılacak bir şey mi? ısınılacak bir şey mi? üzerinde uyunulacak bir şey mi? tuvalet olarak kullanılacak bir şey mi? Yoksa oturulacak bir şey mi? Nokta okta devam edersek o şey binlerce işe yarayabilir. Çocuk, çocuk bir sandalye karşında böyle kararsız kalır. İşte bu kararsızlığa biz nesne ile iletişim şekli diyoruz. Bu kararsızlığına tek bir çözüm var. Anne veya ebeveyn o koltukta ne yapıyor. Onu gözlemliyor çocuk. Anne ve baba o koltuğa oturuyor ha bu oturulacak şeymiş netleşti kaos. Anne baba oturma odasında koltuğa oturuyor. Çocuk salonda da koltuk görüyor oraya gidiyor hı deniyor salondaki koltuk ile buradaki koltuk ayrıymış. Çocuk koltuğa oturuyor ama çişli kakalı oturuyor. Hı demek ki oturmanın da belirli bir adabı varmış. Ne oluyor her bir nesne ile nasıl iletişim kuracağının şeklini ve modelini anne ve babayı taklit ederek yapıyor. Peki, anne baba ne yapıyor. Anne ile baba nesne ile ilişki şekillerinde on bir tane on iki tane ilişki şekli yaparlar. Dünyadaki bütün insanları topluyoruz, on iki tane ayrı modelde nesneye yaklaşıyor, bir başka şeye yaklaşıyor, bir başka insana yaklaşıyor. Biz buna kişilik örgütlenmeleri diyoruz. Mesela anne baba şüpheci bir kimliğe sahip yani dışarıda tehlikeler var aman tanrım sadece güvenli ortan bizim evimiz bağlamda bir anne babaysa eve gelir gelmez kapıyı açarken beş tane kilit açıyor şak, şak, şak, şak kapıyı örtüyorlar içeri girdik anne baba farkında olmadan oh evimize girdik. Yani güvensiz alandan güvenli alana bunların hepsini fotoğraf gibi alıyor demek dışarı güvensiz içerisi rahatlayacak. İçeri giriliyor hemen perdeler kapatılıyor aman kimse içeriyi görmesin dışarıya bakarken tedirgin bakıyor. Zile basılıyor dışarıdan aman kim acaba bir panik halleri kim geldi yani tehlike var. Niye geldikler böyle bir çocuk böyle bir ailede paranoid kişilik bozukluğu geliştirir. Öğrendiği şey nedir aile içi güvenlidir dışarı tehlikelidir her şeyden şüphe duy. Nesne ile bu şekilde ilişki kurma modelini öğreniyor. İkinci bir aileye misafir oluyoruz, bir apartman, on iki katlı bir apartman diyelim. Orada da bir başka aile var, içeri giriyor aman aman diyor, cinler periler geldi, tütsüleri yakın, dua edin, üç sefer vurun, beş sefer dönün, ufolardan haber geldi. Çocuk kitabii görüyor bunu, görüyor nesnel şeyler, tamam algıladı. Ama nesnel dünyanın ötesinde görünmeyen birtakım gizli güçlerin buraya etki edeceğine dair aile içerisinde ha bire faaliyet var, burçlara bakılıyor, fallara bakılıyor, ona göre işler yapılıyor, tütsüler yapılıyor, kurşun kaynatılıyor, bilmem ne dökülüyor. Çocuk şunu öğreniyor bu dünyada, reel olarak hareket etmen yetmez, bilmediğim birtakım güçler seni aniden esir alabilir. O zaman rasyonel mantığı kaybediyor. Ne yapıyor bu insan ? Şizotipal kişilik bozukluğu acayip insan, hani amerikan filmlerinde bir sokak olur, panjurları kapalı ev olur, ardından çocuklar oraya bir tane top kaçar, oradan yaşlı, cadaloz bir kadın veya adam çıkar gelir, topu böyle bıçaklar, işte şizotipal kişilik yapısı dediğimiz yapı. Yani o mahallede acayip,cinli ev gibi falan, o ailenin çocuğu bu çocukta farklı bir kimlik geliştirir. Üçüncü yapı; üçüncü kata varıyoruz, misafir oluyoruz, orada anne oturmuş örgüsünü örüyor, baba açmış kitabını okuyor, çocukta orada oyuncağı ile oynuyor. Evde hiç konuşma yok, haftalar geçiyor, aylar geçiyor, eve gelen giden yok, ama herkes mutlu, herkesle selamlaşıyorlar, kahvaltı, yemek yiyorlar, iletişim yok, yalnız başına ne bir misafirliğe gidiliyor, ne bir misafir alınıyor. Yalnız başına yaşamaktan mutlu olan şizoid kişilik çocuk, neyi öğreniyor? Hayat bu işte. Daha sonra bu çocuk ileri yaşlara geliyor, ergenliğe geliyor, ne bu ya cıvık cıvık ilişkiler, insanlar birbirlerine gidip geliyorlar. İstemiyorum ağabey, gelmesin bana. Bakıyorsun sınıfta çocuğun bir tanesi yalnız oturuyor, teneffüse çıkıyor, köşelerde yalnız dolanan bir çocuk görürsünüz şizoid ailenin çocuğu, o ilişki yapmayı öğrenemedi ki çocuk, bir başkasıyla nasıl iletişim kursun. Nasıl konuşulur, nasıl küsülür, nasıl tekrar barışılır, bunun modeli yok, bu da oldu mu şizoid. Dördüncü kata çıkalım, bunlar her yerde biraz biraz var, hepimizde, dördüncü katta o bir aile var ki, bir baba var ki küçük dağları ben yarattım diyor. En akıllı benim, en zeki benim, en bilen benim, en güçlü benim, bir baba ki tanrı gibi bir şey. Çok var aramızda, her şeyi ben yaparım falan diyen, hiçbir yere sığmaz, ayak ayak üzerine atar, ya bu başbakan, ya şuna bak, ya şu genelkurmaya bak, lan öyle vurulmaz topa oğlum, bak profesör olacak konuştuğuna bak ya. Her şeyi o bilir, her şeyi o yapar. Ne oluyor bu çocukta , öğrendiği şey nedir? Benim babam en büyük,benim annem en akıllı, bende onların çocuğuyum. Seçilmiş insan onlar , diğerleri de ikinci sınıf vatandaşlar. İlkokula gidiyor ne yapıyor? Öyle burnu büyük gidiyor ki okula tabii kimse kaile almıyor burnu, sürtülüyor, ağlayarak eve geliyor, ne olduğunu anlamıyor. Oğlum, kızım seni birisi mi dövdü, kızdı mı? Yok. Çocuğa evdeki gibi ilgi gösterilmedi ki, önem verilmedi ki, kendini birinci sınıf vatandaş hissetmedi ki. Orada nedir, hayatın gerçekliğine tosladı. Evin içinde iyiydi, güzeldi her şey, ama dışarıda hayat öyle değil, sosyal iletişiminle, becerinle, çalışkanlığınla, üretkenliğinle varsın. Hayatın gerçeği bu. Orada rol kapmak durumundasın. O da kolay değil, sen filan anne, babanın çocuğu olduğun için kimse sana orada özel prim vermez. Tabii bu çocuğunda narsisist kişilik bozukluğu geliştirir. Empati yapamayan, başkalarının ihtiyaçlarını düşünmeyen, onları sömüren, bu sömürmen gayet doğal olduğuna inanan, kendisinin en akıllı, en zeki olduğu fanteziler kuran, bununla tatmin olan bir yapı. Ardından beşinci kata çıkalım; beşinci katta öyle bir anne baba var ki, ya ne zaman kızacağı, ne zaman seveceği belirsiz. Çocuk orada oyun oynuyor, anne baba akşam eve geliyor, aslan kızım, aslan oğlum, nasıl oyun falan gülümsüyor, başı okşanmış, mutlu, iyi kendilik tasarımı gelişti. Ooooo annem babam beni seviyor. Ertesi akşam aynı yerde, aynı oyuncaklar, aynı şekilde oynuyor, anne baba dışarıda kavga etmişler veya patronundan fırça yemiş veya işler kötü gitmiş boşalacak birisini arıyor anne, geliyor, “Allahın belası pislik, oyuncakları dağıtmış topla şunları. Şimdi, çocuk ne yapacak? Aynı oyuncak, aynı yer, aynı mekân ama durum farklı. Çocuk işte burada olayları anlamlandırmadığı için o yaş grubunda o mental yapı itibariyle kişilik tasarımlarını ayrı ayrı tutmak zorunda kalıyor. O beş altı yaşında birleşmesi gereken iyi ve kendilik çekirdeği ayrı kalıyor. Bu da borderline dediğimiz kişilik bozukluğunu oluşturuyor. Bu ne yapıyor? O zaman kendisine dışarıdan veya içeriden iyi olduğuna dair mesaj alırsa içimizden de alabiliriz, bir takım hatıralar,ı bir takım hayaller geliştirerek, bir takım fanteziler geliştirerek müthiş mutlu oluyoruz. Biz çok değerliyiz o zaman, yere göğe sığmayız o zaman, aynı annemiz bize baktı böyle olağan üstüsün bakış tarzı ve onu hissederiz, fakat on dakika sonra bir başka dışarıdan gelen tetikleyici, bir başka içsel inanılmaz bir şekilde tepki doğuruyor. Yani kendimizi kötü hissederiz, değersiz hissederiz. Şimdi bana yurt dışından bir hastam mail gönderiyor,Amerika’da doktora yapıyor. Doktor bey çok umutluyum, çok mutluyum, doktoram bitmek üzere, özel burs aldım, post doktora çalışmaya geçeceğim, sevgilimle aram iyi falan filan. Projelerinden bahsetmiş ki uçuyor. Bir hafta sonra bir mail gönderiyor ben hiçbir işe yaramaz pisliğin birisiyim, rezaletin birisiyim, bunlara inanıyor, yalnız bunları söylerken başarılarının hepsi tesadüfen olmuş, tesadüfen okul birincisi olmuş, tesadüfen yurt dışında burs kazanmış, tesadüfen yurtdışında master yapmış, kendisi hiçbir işe yaramazmış, pislikmiş vesaireymiş, vesaireymiş. İşte borderline yapı.İşte bunu gerçekten hisseder, eğer o dönemde kendini tutamazda bu kötülüğe tahammül edemezse intihar eder. Diğer tarafını hissedemez yani olumlu başarılı tarafını. Böyle bir yapı ne oluyor? Böyle bir anne babanın elinde bu çocuk, borderline kişilik bozukluğu oluyor. Kaç yaşına kadar? Beş yaşına kadar yani tutarsız anne baba, tutarlı olsun, yanlış olsun hiç önemli değil, yeter ki tutarlı olsun, her gün çocuğu dövsün, nerede oyuncak oynarken bilsinki oyuncak oynamak dövülmeye bedel bir şey. Oynamaz bir daha oyuncak ama bir gün dövüyorsan, bir gün seviyorsan çocuğun zihni bulanıyor. Yani hukuk sistemi olsa, ne olursa olsun bileyim. Ben filan ülkeye gideceğim, hukuk sistemi şu, ben şu eylemi yaparsam beni idam ederler bileyim, yapmam onu. Ben anlatabildim mi? Burada da çocuğa tutarlı bir kişilik bu birinci basamak. Tutarlı kişiliğin sağlıklı kişilik olması ikinci basamak. Borderline çok sıkıntılı bir süreç ve son dönemlerde çokça artan ve sık karşılaştığımız bir kişilik bozukluğu grubu. Altıncı katta ne var? Antisosyal kişilik bozukluğu var. Baba, anneye kızıyor, ulan karı diyor, gittin, hiçbir şey beceremeden geldin, o koskoca Salı pazarında bir cüzdan çarpamadın yazıklar olsun, yedirdiğim boğazında kalsın, diyor. Aslan oğlum, hadi ilk işine çık bakalım, diyor. Rakı parası lazım, gidecek Salı pazarından birkaç tane adamın cüzdanını yürütecek. Delikanlı işini iyi yapıyor, babası iyi öğretiyor ona, cüzdanı böyle çekeceksin diye falan,aylarca ders verdi. Babasının da sabıkası var, mahalle de en sabıkalı olan, en değerli. Diğerleri ondan sonra. Hep on sekiz sabıka delikanlı gidiyor, Salı pazarından üç tane cüzdan yürütüyor, eve geliyor, baba geldim diyor. Üç tane cüzdan. Yakalanmadın değil mi oğlum? Yakalanmadım aslan oğlum getir diyor, çilingir sofrasını. Ne oldu bu çocuk? Süperegonun gelişmediği, vicdan denen bir şeyin öğrenilmediği bir aile modelinde, anti sosyal kişilik bozukluğu geliştirdi. Buyurun size, mafya liderleri, örgüt liderleri acımasızca adam öldürürler. Çünkü vicdanlarında böyle bir kaygıları yoktur, her şeye bir kulp bulurlar ve mantıksallaştırırlar. Güya zenginde alıp, fakire verirler. Bunlar bu aile modellerinde her şeyin mubah olduğunu, hiçbir kuralın tanınmadığı bir aile modelinde bir antisosyal kişilik örgütlenmesi ortaya çıkar. Yedinci kata çıkalım; bir anne, baba birbirine yapışmış,yalnız başına hiçbir yere gidemiyorlar. O ondan destek alıyor, o ondan destek alıyor. Ayrılamıyorlar, sıkıntı basıyor, bağımlı kişilik. Çocukta onların eteğine yapışıyor, onlarla beraber hayatı götürüyor tin, tin. Büyüdüğü zaman ne yapıyor? Eteğine yapışacak birilerini buluyor. Onlar beni terk etmesin diye de olabildiğine hizmet, hürmet, izzet. Yeter ki, beni terk etmesin. Kendisini rezilliğe düşürecek kadar zavallılaştırıyor. Çok zeki olabilir, çok eğitimli olabilir, çok kültürlü olabilir ama bağımlı. Dokuzuncu katta; eylem yapacaklar, birbirine bağımlı değiller, ama çekiniyorlar. Bir marketin bir mağazanın önüne geliyorlar, ya bey şu ceketin fiyatını sorsana içeri girilecek, yok ben sormam, sen sor, ya ben sormam, sen sor. Sen sor, sen sor, sorma cesareti yok. Mutlaka birinden cesaret alacak ki, içeri girsin sorsun. Veya giriyor güzel, kıyafetini beğeniyor, bu kazağı alıyorum diyor. Telefon ediyor ya Ayşe bir kazak aldım mavi bana yakışır mı? Yakışır yakışır, kimseyi bulamazsa oradaki tezgâhtara bunu alayım mı? Al ablacım al. Onay yani özerk bir şekilde kendi ile ilgili bir karar veremiyor, mutlaka bir başkasının onayına hele hele araba almak, ev almak, arsa almak bütün mahalleden onay almak gerektirir her halde. Fikir teatisinde bulunmak farklı bir şey, kafasında bitmiş bir eylemi için başkasından onay almak başka bir şey. İstişare yapabilirsiniz, herkesle soruşturabilirsiniz daha iyi bir karar almak için, bu ayrı bir şey. Ama zihninizde netleşmiş bir eylemi yapabilmek için mutlaka birisinden onay almak. Böyle bir kişilik örgütlenmesi, ne oluyor? Çocuk aile içinde bu modeli görüyor, yapacağın her işte birisinin onayını al mutlaka. Bir başka kat onuncu kat. Aman tanrım her şey kitap gibi, buraya konmuş olmaz, bu düzgün konacak, bu buna paralel olacak, bu da eğri duruyor, mikrofonda eğiri duruyor, olmaz, bu çizginin burasında olması lazım, masanın ortasında olacak. Her şey kontrollü, simetrik, ev mükemmel, laboratuar gibi, kitapların yeri belli, kumaşların yeri belli, kullanılmamış gibi her şey, kravatlar asılmış, elbiseler asılmış, tam saat sekizi üç geçe kahvaltıya oturulmuş, kahvaltı masasında neler yeneceği belli, kahvaltıdan sekizi on iki geçe kalkılmış, on beş geçe araba çalıştırılmış, mükemmel insanlar, baba bürokrat veya asker veya teknokrat. Çocuk şunu öğreniyor; her şey düzenli ve mükemmel olmalı,önce kurallar gelir, hayatta yaşamak değil, yaşamak arkadan gelmeli, kuralları uygulamalısın, kurallara köle bir çocuk, kurallar insan hayatını kolaylaştırmak için, fonksiyonel hale getirmek için konulan şeylerdir. İnsan hayatını kolaylaştırmıyorsa canı cehenneme, bütün kurallar insanların hayatının daha mutlu, huzurlu, kolay yapmak için konulur. Eğer bir kural konulmuş, tarihte bir geçerlilik vazifesi görüyor, bugün fonksiyonel değilse canı cehenneme, ama bu insanlar kurallara sıkı sıkıya sahip çıkarlar. Örnek bir fıkrayla anlatayım; komutan sormuş oğlum burada niye nöbet tutuyorsunuz? Efendim tutuyoruz. Kaç yıldır tutuyorsunuz? On yıldır. Bir buranın lojistik bir önemi var mı? Burada askeri bölge var mı? Burada her hangi bir mühimmat deposu var mı? Yok, yok, yok, yok. Ya peki niye nöbet tutuyorsunuz? Öyle yazıyor nöbet listesinde, biz on yıldır burada nöbet tutarız. Getir bakalım şu nöbet defterini, kim koymuş bu nöbeti on yıl önce. Nöbet defterini getiriyor. On yıl öncesini arşivden çıkarıyor bakıyor. Komutan yazmış, aracım dağ başında bozulduğu için sabaha kadar aracın başına bir nöbetçi kona. Hala koyuluyor nöbetçi. Bu mantık kural varsa devam etmeli kural sorgulanmamalı. Kuralı sorgulayan insan, gerçek insandır. Kuralı sorgulamayan insanlar makinedir. Bunlara kuralkolik denir. Bunlar çalışmakolik sadece çalışırlar. Toplumumuzda çok fazla bütün anne babalar çocuklarını, kendin de olmayan bu halde yetiştirmeye çalışırlar. Daha sonra bize geliyorlar. Bunlarla uğraşıyoruz aylarca, yıllarca. Diplomalar, okul birincilikleri, madalyalar ama hayatın içinde mutsuz insanlar, duyguları yok, tek duyguları var öfke. Tüm duygular bastırılmalıdır. Çünkü kurallar var tabii. Bu kişilik örüntüsü biraz fazla olduğu için biraz maddelerini biraz daha bahsetmek istiyorum. Bu anlattığım şeylerin her birinin sekiz dokuz maddesi var, bunların dördü beşini gördüğümüz insanlar bu kişilik yapısında diyoruz. Bu insanlar mesela; obsesif kompulsif, mükemmelci yapı; 1-mükemmel olmak zorunda,2-Ayrıntıcıdır 3-Doğrucu Davut’turlar, vicdanlarının sesini çok dinlerler, elastikiyet gösteremezler,4-Workkoliktirler yani arkadaşlıktan,dostluktan uzak kalacak kadar kendini işe adarlar, sürekli eve dosyalar getirirler, çantalar getiriler, hafta sonları çalışırlar, eski eşyalarını atamazlar, defterler, kalemler hepsi durur. 5-Ya ekip başı olacaklardır, ya kafasına uygun bir ekiple çalışacaklardır. Kafasına uymayan bir ekibin yanında çalışamaz, huzursuz olur. 6-Bu insanlar inatçı ve katıdır. Kafaya bir şey koydular mı döndüremezsiniz, hiç -dinlemez, uyum göstermez. 7-Para harcama konusunda cimridirler, gelir seviyelerine uygun para harcayamazlar, var yemez amcadırlar. Çünkü para ileride gelebilecek bir felaket için biriktirilmesi gereken bir metadır. Her an felaket olur, her an bir hastalık olur, aman o zaman bu para kullanılmalıdır. Ölüyor hala gelecekte felaket gelecek diye parasını bekletiyor. Hiç yaşanamamış bir hayat. Bunun yanında da iki tane kat var. Bunlar amerikan sisteminden çıkarıldı ama bizim toplumumuzda bolca görüyoruz, birisi pasif agresif kat, diğeri self defeating kat. Self defeating katı, başkaları için kendini heder ve kurban eden kişilik demek. Kendileri için hiçbir şey yapmazlar ama diğerleri için olabildiğince vericidirler. Bunu nerede görüyoruz? Türk analarının birçoğu böyledir. Kendi hayatları için hiçbir şey inşa etmezler ama oğulları, kızları için saçlarını süpürge ederler. Hep ideallerini onları üzerinden gerçekleştirmeye çalışırlar, onların başarılarıyla sevinirler. Kendileri yoktur. Niye? Özerk kimlik geliştirmedikleri için. Bu annelerimizi buna örnek verebildiğimiz gibi kendini bir partiye,bir tarikata, bir dini cemaate adayan yapılarında bu mana da birçoğu “self defeating” dir. Takımına adayan, partisine adayan, kendi hayatında kendisi için yaptığı hiçbir şey yoktur ama o benim partim, o benim futbol cemaatim, o benim futbol takımım bir numara. Onunla var oluyor.Bütün varlığını onunla harcamaya aday kişi. Böyle bir yapı. Pasif agresif yapı ise; görünürde uyum gösterir, tabii ağabey, yaparız ağabey, hallederiz ağabey, der ama hiç yapmaz. Niye yapmadın kardeşim, bak yaparım dedin. Öyle dedim ağabey. Ne kötü adamım ben, ya görüyor musun yapmadım ağabey. Senden önce kendine kızar, bir şey diyemezsin. Bu kadar şerefsizlik olur mu?, dersin. “Haklısın ağabey, çok şerefsizim”, der. Yani burada karşı tarafı çileden çıkarmak için pasif direniş diyoruz, ben buna Gandi yöntemi diyorum. Hiçbir şey yapmayacaksın, duracaksın, karşıdakinin çileden çıkarmanın en büyük yolu. Birisini kontrol etmek mi istiyorsunuz, birisini çileden çıkarmak mı istiyorsunuz, hep kafa sallayın ama bildiğinizi okuyun. Hiç karşında olmayın, o size kızdı mı? Siz, kendinize üç kat kızın,çılgına dönüyorlar. Çünkü beni bu şekilde çılgına döndüren birçok hastam var. Konuş kardeşim konuş, terapiye geldin konuş. Konuşmam lazım değil mi ağabey diyor, susuyor. Kırk beş dakika bekliyorum, inanılmaz içim daralıyor. Ya kardeşim bak konuş. Konuşmadım değil mi ağabey diyor, başka yok. Ama nasıl keyif alıyor içten içe, benim sıkıldığımı, bunaldığımı gördükçe. Ben ne yaptım? Obsesif kompulsif kişilik yapısı, artı pasif agresif. Arkadaşın çift klinik yapısı var. Terapilerimde kayıt yapıyorum. “CD’yi eline verdim, git içeri, laptopa tak. Bu kırk beş dakikalık seansta kaç kelime konuştuysan say. O kelimelerin sayısını ve bir de bana ödediğin ücreti çıkar. Kelimen kaç paraya geliyor, ister konuş, ister konuşma”, dedim. Ağabey dedi, “çok para gitmiş.Ben bundan sonra konuşacağım”, dedi. İkinci kimliği aktifleşti bu sefer, bombardımana başladı. Evet, bu da pasif agresif yapıya bir örnek. Bunlar genellikle elektrik faturalarını ödemezler, telefon faturalarını ödemezler, hep faize girerler. Hep canları yanar ama bir şekilde içlerindeki sistem bunu bloke eder. İşte iki üç yaşında bu sistem oluştuktan sonra bu kişilik yapılarının arasında arada bir görülen normal kişilik var. Yani bir kattada normal insanlar yaşıyor. Çocuklarını seviyorlar, onların özerkliklerini destekliyorlar. Anne- baba dış dünyayı, iç dünyayı aynı değerlendiriyor. Duyguları var,eve misafirler gelip gidiyor, zaman zaman üzülüyorlar, zaman zaman seviniyorlar, zaman zaman ağlıyorlar, çocuğunu seviyor, kötü şeyler yaptığı zaman kızıyor. Yani normal insan. Bunlar azınlıkta ama var. Bu kişilik örüntülerinden birisi veya normal kişilik olarak üçüncü evreye geçtik. Dört yaşına geldik. Dört yaşına geldiğinde ilginç bir şey oluyor o çocuğun o mental yapısı, beyin gelişimi devam ediyor, dataları da hardware yazıyor. Okulda büyüyor, beyin gelişimi cinsel kimliğinin ayırtına varıyor, dört yaşına gelince kadın ve erkeğin ayrı ayrı yaratıklar olduğunu fark ediyor. Dört yaşına kadar çocuklara resim yaptırırsanız iki buçuk, üç yaşında resimler unisexdir. Dört yaşından sonra cinsel öğeler başlar.Kızların saçı uzundur, oğlanlarda bıyık vardır,kızlarda etek vardır, oğlanlarda pantolonu vardır. Yavaş yavaş değişir, sistem. İşte bu cinsel kimlik evresinde kendi cinsel kimliğinin ne olduğunun ayırdımına varıyor. Kız mıyım, oğlan mıyım? Evet, bu cinsel kimliğin ayırdımına vardıktan sonra merakla cinselliğe doğru dönmeye başlar. Erkek, ben babamla aynı cinstenmişim, kız ben annemle aynı cinstenmişim. Zaten dört yaşına gelirken aile bilerek veya bilmeyerek çocuğun beynini yıkayarak, onu o cinsel kimliğe yönlendiriyor. Mavi, pembeyle ayırıyor, nüfus kâğıdından başlıyor. Odasındaki renklerden başlıyor. Erkek çocuğa biraz daha haşin davranıyor, aslanım yürü falan diyor. Kıza nazik kızım, bak böyle kırıtarak git. Baştan cinsel kimliğin ayırdımına varıyor olması gereki. Çünkü cinsel kimlik tamamen sonradan edinilen bir şeydir. Eşeysel organlarımız doğuştan gelir cinsel kimlik bulunduğumuz çevre tarafından verilir. Yani bir eşeysel organı erkek olan insan, rahatlıkla kız yapılabilir. Kız doğmuş bir çocukta rahatlıkla erkek yetiştirilebilir. Bunun yüzlerce, binlerce örneğini görüyoruz. Tabi bu yapı, bir bir tamamen alınan komponentlerle bağlantılıdır. Erkeksi öğelerle, kadınsı öğeler her toplumda var. Ama vurgu hangi cinsel kimliğe ise o cinsel kimlik etkin hale gelir. Her erkeğin içinde kadınsı figürler vardır, her kadının da içinde erkeksi figürler vardır. Çünkü bu tamamen yüz birimlik bir spektrum derseniz, bütün davranış modelleri, mimikler, hareketler, konuşma, her şey anne ve babadan etkilenerek alıyor. Dört yaşından itibaren çocuk spesifikleşerek kendi yoluna doğru kayıyor, erkekse erkekliğe doğru, kızsa kızlığa doğru, aile desteklerse böyle bir şeyi. Desteklemezse kompleks yapı, karmaşık yapı hastalıklı bir şekilde devam edebiliyor. İşte bu dönemde çocuk, cinsel kimliğine sahip çıkıyor, kendi cinsel kimliğinden olan babayla özdeşim yaparak erkek gibi oluyor. Ne yapıyor? Babasının fötr şapkasını giyiyor, babası gibi ayak ayaküstüne atıyor. Babanın büyük terliklerini giyip, paldır paldır ortalıkta dolanıyor. Kız çocukta aynı şekilde annesinin bir takım kıyafetlerini giyerek, anneleşiyor, güya bu olması gereken hoş bir duygu. Bu dönemde cinsellikle ilgili meraklar, sorular başlar. Bu dönem soru sorma dönemidir. Yani biz buna müteşebbislik diyoruz. Bu dönemde çocuğun anlamsız; acayip ,girift sorularına rahatlıkla cevap verebiliyor ve soru sormasına ayıp, günah,sus falan diye engellemiyorsa bu insanlar her yerde rahatlıkla konuşabilen, her soruyu sorabilen, müteşebbis bireyler oluyorlar. Yok, ayıp, günah, kapat, falan dediğiniz zaman, korkan, ürken, içindeki müteşebbislik potansiyellerini bastırmış bireyler haline geliyorlar. Demek ki dört beş yaşının temel özelliği de çocuğun, buyurun Konuşmacı: Serbest bırakınca da şımarık, zapt edilmeyen bir tip çıkıyor ortaya. Tahir ÖZAKKAŞ: Alt yapıları dört yaşına kadar sağlıklı gelmiş, normal süreçte olmuşsa bu çıkmaz. Alttaki yapılarda ya çok sevilmiştir, o ayrışma dönemine izin verilmemiştir, sevgi- öfke rasyonel yapı değerlendirilmemiştir, o şımarıklık dört yaşında devam eder. Ama bir yaşında itibaren o özerklik dönemine girdikten sonra sorumluluğu ona verip, sağlıklı modellemeyi oluşturabilirsek o çocuk, özel kimlik geliştiriyor. Dört yaşında çocuk müteşebbistir. Yani soru sorma soru ile yaramazlık aynı şey değildir. Soru bir konudaki bilgi merakıdır. Çocuk diyor ki, ben nereden doğdum? Çocuk diyor ki, gece bu yatakta ne yapıyorsunuz? Çocuk diyor ki, göğün öbür tarafında ne var? Allah nedir? Cennet, cehennem nedir? Hepimizin cevap vermekte zorlandığı soruları soruyor. Dilinizin yettiğince basit bir şekilde izah edin. ocuk bir sonraki evreye geçmiyor, orada duruyor. Burada çocuğa sus, bu sorular sorulmaz, zamanı değil, zamanı gelince öğrenirsin, şeklinde çocuğu yargılayıcı, çocuğu aşağılayıcı bir şekildeki yaklaşım tarzı ne yapıyor? Çocuğun soru sorma kabiliyetini ve kapasitesini bitiyor. Bir daha soru soramayan, soru sorduğu zaman hep birileri tarafından susturulacak, azarlanacak şeklindeki bir kaygıyla kendini bloke ediyor. Konuşmacı: Şimdi doktor bey sizin bilgileriniz bizi çok zora sokuyor. Bir, ket vurmayın pasif, içe dönük olur, medeni cesaretini yitirir, öğrenmeyi yitirir, ürkek korkak olur. Bir de, sınırsız tüm şeyleri açın. Tahir ÖZAKKAŞ: Benim söylediklerimden sınırsızlık anlamı çıkıyor mu? Bırakın yapsın, bırakın gezsin, bırakın dağıtsın. Anne baba sağlıklı bir modelse diyorum, sevilmesi gereken yerde seviyor, kızılması gereken yerde kızıyor, bir sınır koyabiliyorsa, o çocuğu narsisist bir şekilde yetiştirmiyorsa, o çocuk kendi bireysel başarısı ile var olur. Ama çocuğu olmadığı bir takım yeteneklerle ve güçlerle kutsarsan o çocuk şımarıklaşır. Nerede, nasıl davranacağını bilmez. Aslında onu yapan tamamen anne babadır. Farkında değildir, sevginin de dozu var, öfkenin de dozu var. İkisini de öğrenmelidir çocuk. Buyurun. Konuşmacı: Eşcinsellik bu söylediğiniz dört yaşındaki aşamada mı olur? Tahir ÖZAKKAŞ: Bu dönemde ortaya çıkıyor. Bundan önceki dönemde de hani farkında olmadan biz anne- baba olarak ayrıştırıyoruz hani erkek çocuğa biraz daha haşin davranıyoruz, kız çocuğuna biraz daha merhametli davranıyoruz. Aslında orada ayrışıyor kimlik. Böyle değil de eğer dört tane kız çocuğu olmuş, beşincide kız olmuş, anne-baba farkında olmadan o kızı erkek gibi yetiştiriyor,saçlarını kısa kestiriyor. Ona biraz hoyratça davranıyor, çünkü erkek beklentisi o çocukta cinsel kimlik karmaşası ortaya çıkıyor. Beş tane erkek çocuk olmuş, altıncı yine erkek, onun saçlarını uzatıyor, ona kız gibi muamele. Çünkü o anne babanın özlemi, öyle bir tasarımı var. Bu çocukta maalesef cinsel kimlik karmaşası ortaya çıkıyor. Dört yaşında cinselliğe anne -babanın yaklaşım tarzı, çocuğa o modeli verebilmesi, babanın evde efeminen olması, güç ve otorite koyamaması, annenin egemen olması, çok duygusal olması, özdeşim yapacağı bir baba modelini ortadan kaldırıyor. Veya baba ölüyor, o yaşlarda baba modeli yok. Anne, teyze, ablalarla yetişen bir erkek çocuk, cinsel kimlik kalıbı olarak onların davranış modellerini modelliyor. O hareketlerimizin, o mimiklerimizin her biri kopyadır. Yani onları kendimiz yaratmıyoruz. Siz sadece kızların oluşturduğu bir ailede yetişiyorsanız bir erkek çocuk olarak, anneniz, babanız boşanmış ayrılmış, gitmiş veya ölmüş, üç tane ablanız var. Üç tane kuzeniniz var, halanız, teyzeniz var. Bir evdesiniz. Üç- beş veya sadece anneniz var. Modelleyebildiğiniz baba yerine ikame edecek ne bir dayı, ne bir amca, ne bir erkek, ne bir dede. Anneyi siz modelliyorsunuz. O çocukta cinsel kimlik karmaşası ortaya çıkıyor. Konuşmacı: Bu sadece altıncı ayda anne ile özdeşim kurduğu dönemde de o ilk bağlanma o annesini… O dönemde de bir cinsel karmaşa ortaya çıkabiliyor mu? Tahir ÖZAKKAŞ: Yok orada. Dört yaşına kadar cinsellik yok. Bunun ayırdımına yapacak zihinsel yapı yok, o unisex. O yaşa kadar tüm bireyler unisextir. Fakat farkında olmadan anne babalar davranışlarıyla onu ayrıştırıyor. Çocuk bunun farkında değil. Konuşmacı: Ama bu genetik kodlarda yok mu? Tahir ÖZAKKAŞ: O şeysel organ, o cinsel organ. Bak çok net söylüyorum, eşeysel organ genetiktir, doğuştan gelir,cinsel kimliğin verilmesi sanal bir programdır. Ta ilk andan itibaren anne babanın kafasında şekillenen tasarımla ortaya çıkar. Anne baba bir kız çocuğu doğdu, bir kız gibi muamele edip, kız gibi yaklaşırsa o çocuk kızlaşıyor. Erkek doğdu, erkek gibi davranıp, erkek gibi sevdikleri zaman çocuk erkekleşiyor. Anne babanın zihinsel tasarımları çocuğa geçiyor ve o modelleri çocuk benimsiyor. Ama erkek olarak doğmuş bir çocuğa, anne baba kız olarak yaklaştığında ve kız olarak büyüttüğünde o çocukta cinsel kimlik karmaşasına yol açıyor. Bunda geniş bir spektrum , transseksüel cinsel kimliğini tamamen değiştiren, bir uçtan eşcinsel bir ilişkiye veya kendini heteroseksüel hissettiği halde zaman zaman içinden eşcinsel duygular geçen bir spektrumun çeşitli yerlerinde, patolojinin şiddet derecesine göre yer alıyor. Mesela, zaman zaman bu tip arkadaşlar bize geliyorlar. Bizden yardım istiyorlar. Biz toplumla uyumsuz oluyoruz, biz bunu istemiyoruz. Eğer spektrumun çok uç noktalarında değillerse ve içteki dinamikler onlara geri dönüş imkânı verirse, biz bunları terapiye alıyoruz. Kimliklerini değiştirme terapisine alıyoruz. Konuşmacı: Değiştirebiliyor musunuz? Tahir ÖZAKKAŞ: Bu manada olanları değiştiriyoruz. Konuşmacı: Homoseksüellik bir hastalık olarak değerlendiriliyor mu şu an da psikoloji de? Tahir ÖZAKKAŞ: Hayır Konuşmacı: ...bu tip şeyleri hastalık olarak kabul edenler hasta olarak kabul ediliyor. Tahir ÖZAKKAŞ: Yok, yok öyle bir şeyde yok. Konuşmacı: ... Bir notta görmüştüm Tahir ÖZAKKAŞ: Homoseksüellik hem Amerikan psikiyatrik sınıflandırma kategorizasyonunda geçtiğimiz yıllarda hastalık olarak ve sapma olarak nitelendiriliyordu. Bu değiştirildi, biz bunun hastalık olmadığına karar verdik, dediler. Bir grup psikiyatrist oturdu, bu bir tercihtir, dediler. Böyle bir tercih fakat DSM dediğimiz Amerikan psikiyatrik sınıflandırma yapısı dünyadaki psikiyatriyi temsil etmiyor. Mesela; dinamik dediğimiz psikiyatri Freud’un oluşturduğu psikiyatri ve ondan doğan ekoller eşcinsellikle ilgili konuyu bu ödipal dönem dediğimiz, dört beş yaşlarındaki cinsel karmaşaya ve sapmaya bağlar.Dünyada çok büyük oranda hem Amerika’da, hem dünyada dinamik yapıya sahip binlerce psikiyatrist var. Rus ekolü, yine aynı şekilde… Alman ekolü, eşcinselliği patoloji olarak değerlendirir. Birçok ekol, bunun psikopatolojik süreçlerini anlatırlar. Terapi edilmesi gerekiyor, o süreçlerde de anne babaların çocuklarını yetiştirmesi konularında hassasiyetle vurgulaması gerekir. Ama bu yapıdaki kişiler çok çoğaldı. Bu ellerinde olan bir şey değil, bu yapıyı kucaklarında buldular ve böyle bir yapılandırma içine girdiler. Bunları suçlamak, dışlamak veya hasta muamelesi yapmak pek insani bir boyut değil. Bu bağlamda belki yaklaşmak lazım. Ama bu da tabii orada spektrum olarak kişi, biz buna ego sintonik veya ego distonik diyoruz. Ego sintonik egosuyla uyumlu yani ben eşcinsel tercihte bulunuyorum ve bunu yaşayacağım diyen bir insanın psikiyatrik bir problemi yoktur. Onun tercihidir. insan olarak ona saygı duyarsınız, yaşam tarzını kendi belirler. Ama ego distonik yapılarda böyle duygular hissediyor ama ben bu olmak istemiyorum, diyen bir yapı var. Bana yardım edin diyen bir grup. Ona da, bu spektrumun içinde biz bu süreci anlamlandırıyoruz ve biz o süreçteki hatalı yapılandırmayı tespit edebiliyorsak terapiye alıyoruz. Konuşmacı: Birde kişilerin tanımlanmış olan değerler sistemi tamam, yani onun öyle olmadığını var saymakla o mahiyeti değişmiyor, patolojik şeye,i patolojik değil desek , böyle olmaz. Bir şey neyse odur,yani onu hastalık olarak tanımlamamak onu hastalık olmaktan çıkarmaz bence. Tahir ÖZAKKAŞ: Tabii o size göre öyle rölatif diyorum, göreceli bir konu. İşte bundan on yıl önce Konuşmacı: Ama bu evrensel yani genel geçer değerler göreceli değil. Tahir ÖZAKKAŞ: Sizin algılamanız öyle, ama birileri böyle düşünmüyor. Birileri de şu an sisteme hâkim anlatabildim mi? Konuşmacı: ... Normal seviyede mi? Tahir ÖZAKKAŞ: Normal seviyede, hormanal seviyeleri bozuk değil. Bunların ruhsal yapıları bozuk olduğu için, hormonlar dışarıdan horon alır. Yani şimdi bir takım cinsel değişimler görüyorsunuz, bunlar kendiliğinden olan şeyler değildir. Mesela; tipik bilinen olduğu için örnek veriyorum; Bülent Ersoy. Özel dışarıdan doktorların yardımıyla hormonlarla aylarca, yıllarca kadın hormonlarıyla beslenerek kadın cinselliği ile ilgili formasyona ulaştı. Onlarca operasyon geçirdi, doktorların zoruyla fiziksel yapıyı kadınlığa uydurdular, anlatabildim mi? Aynı şekilde eğer bir kadın yapı erkek hissediyorsa kendisini ona da bir takım operasyonlar, hormonlar verilerek bu imkân sağlanıyor. Bu doktorlar sayesinde yapılan, kendiliğinden olmaz. Kendiliğinden olan vardır. Orada yine eşeysel organlarda karmaşa vardır. Mesela; bazı yaratılıştan gelen genetik yapımızda iki cinsel eşeysel organlarını taşıyan insanlar vardır. Hem östrojen salgılar, hem progesteron salgılar, testosteron salgılar. Bunlarda hem vajina vardır, hem de penis gibi bir organ vardır. Hangisi daha çok salınırsa vücuttaki belirtiler ona uygun oluşuyor. Doktorun karşına gelir, aile onu nasıl yetiştirmişse, erkek gibi yetiştirmişse erkeksi yapıları ön plana çıkaran kadınsı yapıları geri plana çıkaran operasyonlar ve fiziksel tedaviler yapılır. Yok, kadınsı bir kimlik ile yetiştirilmiş ise erkeksi yapı ağır bassa dahi, hormonel olarak o değiştirilmeye çalışılır. Tekrar söylüyorum eşeysel organ ve genetik yapımızın oluşması farklı bir şey, onunla ilgili ruhsal kimliğimizin tanımlanması farklı bir şeydir. Konuşmacı: Normal olan vücudun ve organın durumuna göre değil mi? Tahir ÖZAKKAŞ: Tabii, normal olan yaradılışımıza uygun olan neyse odur. Zaten o yaradılışa uygun yetiştirilmediği için bu konular ortaya çıkıyor. Konuşmacı: Ama gene de hala eşcinsellik hastalık olarak kabul edilmiyor. Tahir ÖZAKKAŞ: Kabul edilmiyor. Konuşmacı: ... Bu isimlendirmeyi neye dayanarak Tahir ÖZAKKAŞ: Eşcinsellikle mi ilgili Konuşmacı: Evet, sosyal anlamda bir şeyi isimlendiriyorsunuz tanımlıyorsunuz ama neden ruhsal olarak Tahir ÖZAKKAŞ: Psikoloji olaya iki yönden bakıyor.Bir deskriptif psikiyatri dediğimiz, karşımıza gelen malzemenin şikâyet tablolarına göre sınıflandırıyoruz, benzer şikâyetleri olanları benzer sepetlere koyuyoruz. Anlatabildim mi? Korkuları olanı korku sepetine, depresyonları olanı depresyon sepetine, şizofren olanları şizofren sepetine, hayal görenleri hayal sepetine. Birde psikiyatri de bir başka yaklaşım tarzı var. Neden? Doğru olan nedir? Doğru olandan sapan nedir? Biz buna sebebe yönelik yaklaşım, diyoruz. Bir insan korkuyor ama neden korkuyor, hangi kaynaklardan. Biyolojik bir bozukluğa bağlı mı korkuyor? Beyinde bir takım kimyasal bozukluğa bağlı bir korku mu ortaya çıkıyor? Yoksa korkutulmuşta öğrenilmiş bir korkudan mı ortaya çıkıyor? Hatalı çarpıtılmış düşünceler var onlardan dolayı mı? Yoksa simgesel anlamada bir olaya anlam yüklemiş ondan dolayı mı? Etiyopatogenez, deriz sebebe yönelik inceleme. Birinci etaptaki, yani sepetlere ayrışmış olanlara, şikâyetlere göre ayrışmış olan psikiyatrik bakış tarzı, amerikan psikiyatrik bakış tarzıdır. Orada esas hastalık kategorisi bu şikâyetlerin mesleki işlevselliğini engelliyorsa, sosyal adaptasyonunu bozuyorsa, kişinin performansını engelliyorsa hastalıktır. Eğer kişinin mesleğini, işini, eğitimini bozmuyorsa hastalık değildir. Ne yaparsa yapsın, bakış tarzındaki kıstas budur. Eşcinsel olmuş başka sağmalar göstermiş hiç önemli değil. Orada kişi mesleğindeki işlevselliğini devam ettirebiliyor, kendisiyle barışık hayatını sürdürebiliyorsa patolojik değildir. Ama aynı olay, diğer bakış tarzı ile baktığımız zaman o normal gelişim periyodundan ayrışmışsa bunu bir hastalık olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla psikiyatrist bakış tarzı bu manada iki kategoride de var. Şu an amerikan toplumu daha çok ekonomik değerler üzerinde durduğu için eğer para kazanamıyorsa bu insan hastadır, diyorlar. Ama bir başka toplumda para ve üretkenlik değil de duygusal empati, insani boyut bize hasta olup olmadığını bildiren boyut olabilir. Şu anda genel geçer olan egemen olan boyut amerikan sistemi diyoruz. O o mana da bu tartışılıyor. Ülkelere göre psikiyatri diye bir psikiyatri akımı var. Normallik toplumlara, kültüre ve değer yargılarına göre değişir. Çünkü kişinin o toplum içinde yaşaması söz konusudur. O toplumla uyuşmalı ve barışık olmalıdır şeklinde bir açıklama yapıyorlar. Bu da yeni gelişen bir akım. Konuşmacı: Sebebe yönelik psikiyatriye biraz daha evrensel, daha insancıl diyebilir miyiz? Tahir ÖZAKKAŞ: Sebebe yönelik psikiyatri, bununda sebebi şu sebebe yönelik yaklaşım tarzı kendi içinde ittifak arasında değildir. Birkaç sebebe yönelik yaklaşım tarzı var. Bunlar netleşmediği için, henüz elimizdeki malzemeyi netleştiremedik. Hiç olmazsa benzer olanları benzer sepetlere koyalım, bunun da sebebi şu, ortak bir dil kullanmak. Hangi insana hasta diyeceğiz. Sigorta şirketleri hangi insanların paralarını ödeyecek. Bunu netleştirmek için ortaya konmuştur. Daha çok Amerikan sisteminde sigorta şirketlerinin hastalıkların kime hastalık diyoruz, kime ne kadar para ödeyeceğiz, bunun netleşmesi için. O zaman benzer şikâyetleri olanları bir gruba koyalım ve buna hasta diyelim bununda parasını ödeyelim sebeplerini net olmadığı için ama sebepleri net olsaydı sebebe yönelik bir psikiyatri gelişirdi. Evet, konumuz yarım kaldı. Konuşmacı: Kız gibi yetiştirilenlere karşı... Cinsel soruları olanları… Toplum olarak normale dönmesi açısından onlara karşı nasıl bakmalıyız veya onlara Tahir ÖZAKKAŞ: Yargılamamak hiçbir zaman yargılamamak, onların daha rahat hareket etmesi için yargılamamak. Konuşmacı: Yani kişiye zarar verdiği zaman da… Hasta… Tahir ÖZAKKAŞ: Hasta kabul etmek, bir insan diğer bir insana zarar verme noktasına gelirse rızası olmadan tedavi edilir. Bu başka bir. Şu an sizlerden birisinin, bizlerden birisine zarar vereceği kanaati bende hâsıl olursa, güvenlik kuvvetlerini kolluk kuvvetleri çağırarak onu tedavi etmeye mezunuz, yetkiliyiz. Psikiyatrinin teşhislerini konuşuyorsak, kişi eşcinsel ve bunu hastalık olarak kabul etmiyor. Bu çok net. Bu bir tercihtir. Üçüncü bir cinstir, hastalık olarak kabul etmiyor. Hastalık olarak kabul eden psikiyatrisler de var diyoruz. Bu genel konsept.Bu sizin inançlarınıza, değer yargılarınıza uyar uymaz, psikiyatride veya tıpta inanç ve değer yargılarının yeri yok. Orada net bir takım kurallar işliyor. Burada kişinin rızasıyla bir şeye yönelmesi önemlidir. Kişi başkasına zarar vermiyorsa, başkasına tecavüz etmiyorsa, kendi kişilik ve kimliği hakkında istediği gibi yaşam alanı belirleme hak ve salahiyetine sahiptir. Psikiyatrislerde buna yardımcı olmak zorundadır. Yoksa mesleği ile çelişirler. Bu eşcinsellik olabilir, farkı bir düşünce, inanç olabilir. Hatta kendi inanç ve değer yargılarını asla göstermemeli, empoze etmemeli, ona aktarmamalıdır. Bu psikiyatristlikle asla bağdaşmayan bir şeydir. O kişinin topluma zararı olacağını, bir şizofren, bir paranoid bozukluğu, bir öldürme düşüncesi olan o insanın rızası olmadan doktor onu tedavi edebilir. Veya kişinin kendine zarar verme riski varsa, intihar gibi, yine kişinin rızası olmadan onu tedaviye alabilir. Onun dışındaki tüm tedaviler kişinin rızasına bağlıdır. Kişinin kendi talebinin olması lazım. Bize mesela; anne- baba çocuğu zorla muayehaneme getirip, muayene ettiriyor. Ben içeri alıyorum, sen kedi isteğinle mi geldin, anne babanın isteği ile mı? İsteyerek gelmedim, diyor. Annem- babam çok yaramazmışım, çok içki içiyormuşum, esrar içiyormuşum. Ben senin kişisel haklarına saygı duyuyorum, senin rızan olmadan seni muayene edemem. Bu senin talebin değil ve ben onu tekrar odadan çıkartıyorum. Çünkü onun kişilik haklarına tecavüz yetkim yok, o bir insandır.Hayatta bir takım tercihleri yapma yetki ve salahiyetindedir. Yanlışta yapma hakkı vardır. İnsanların illa annesinin-babasının çizmiş olduğu modelde gitmek zorunda değildir. Ha, ne oluyor? Bu delikanlı bir hafta sonra beni arıyor, ağabey seni sevdim, bir gelip konuşabilir miyim?, diyor. Çünkü onun kişiliğini ihlal etmediğimi görüyor. Bir hafta sonra geliyor, oturuyor konuşuyoruz. İnadına anne -babama kendimi ispat etmek için esrar içiyorum, diyor. Şimdi gerek kalmadı, anladım mekanizmayı diyor. Bu da olayın başka bir boyutu. Evet, şu kişiliğin bir evresi daha var, ben onu bitireyim. Sosyal okul dönemi, ben orayı atlayayım. Biraz orada anlatacaklarımı siz sordunuz, fazlada bir şey yok orada. Ergenlik dönemi,çocuğun on iki, on üç yaşlarında ulaştığı ve yirmili yaşlarına kadar giden bir süreyi içerir. Eğer sağlıklı bir zeminde gelmişse birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü evre normal geçmişse çok sağlıklı, ergenlikte güçlü müteşebbis, özerk duygularını olan, başarılı, istediğini gerçekleştiren, tuttuğunu koparan bir insan çıkar karşına hiçbir şey yapmanıza gerek yok. Ama geçmiş dönemlerde    aşırı sevme, aşırı doyurma, aşırı dışlama, aşırı değersizlik gibi, bağımsızlık gibi, müteşebbisliğini kırmak gibi, bilerek veya bilmeyerek ailenin yapmış olduğu hatalardan sonra ergenlikte bunalım çıkar. Ergenlik şöyle bir şeydir; bir yaşını doldurmuş çocuk kaostan kutulmak için modeller, anne baba ne ise başka şansı yoktur. Ergenlikte Allah söyle bir imkân veriyor insanoğluna. Diyor ki, kulum bak şu anda kuvveti verdim, fizik yerine geldi, boy pos attın, bütün eşya ile ilişkilerini sen belirleyebilirsin. Burada bir harmanlanma dönemi var, yeniden bir kişilik inşası, eski geçmiş, şimdiye kadar almış olduğunuz sistemin hepsi çökertilip, yerine yeniden bir sistem kurulabiliyor. Bir şans tanınıyor. Bu da yedi sekiz yıllık bir süreç. Konuşmacı: Geçmişten gelen arızalar da dâhil mi? Tahir ÖZAKKAŞ: Arızalar da dâhil,hepsi dâhil, burada reset yapılıyor. Sistem . Bu böyle bir biyolojik akım yapıyor ki, çocuk ergenliğe girdiğinde ilk yaptığı iş isyan etmek. O güne kadar isyan edemeyen, güveni olmayan, baş kaldırmayan yapı önce baş kaldırarak ortaya ikinci bir özerklik, ikinci bir bağımsızlık fermanı atıyor. Niye oğlum gel buraya. Hayır gelmiyorum. Para vereceğim sana, önce hayır diyor, yalnız gelmem. Ne dersen hayır diyor. Şimdi anne babalar bunun anlamıyorlar. Bir çocuk ergenliğe girdiğinde isyan edecek, etmiyorsa problem vardır. Karşı gelecek, gelmiyorsa problem var demektir. Evden kaçacaktır, birkaç saat yok olacaktır, olmuyorsa problem var demektir. Gizli sırları olacak, yoksa problem var demektir. Gizli dostları olacak, arkadaşları olacak bir tane veya iki tane, onla böyle gizli kankalık yapacak. Yoksa problem var demektir. Bir takım organizasyonlara liderlik yapacak,sosyal, siyasal okul faaliyeti falan, yapmıyorsa problem var demektir. Bir takım kuruluş, kurumların peşine sürüklenecek, gitmiyorsa problem var demektir. Bir ideoloji, bir dünya görüşüne sahip olması gerekir, yoksa problem var demektir. Ne oluyor bu on iki on üç yaş döneminde, kızımızda ve oğlumuzda yeni bir kimlik inşası başlıyor. Burada çocuk kendi getirmiş olduğu potansiyeline uygun olarak rol denemeleri yapar. Hem kendi kişilik tasarımları değişiyor, boyu posu değişiyor, hem de dış dünyada nasıl algılandığı ile ilgili imajı değişiyor. Düne kadar çocuktu, çocuk olarak top oynuyordu falan. Ama birden boy attı, birden böyle delikanlı oluyor veya hanım kız oluyor. İnsanlar ona çocuk gibi davranmıyor, hatta kız yolda gidiyor laf atıyorlar aman tanrım bana laf atıyorlar. Delikanlı olmuşun, kazık kadar adam olmuşun utanmıyor musun? Bir de gülüyorsun ha büyümüşüm. İnsanların bana bakışı bir anda değişmiş. Bunu benim içeride hazmetmem lazım. Bu dönemde ne oluyor? Genç bir amaç peşinde koşuyor yani rol denemelerine giriyor. Ben diyor saz çalacağım, bilardo oynayacağım, ben mühendis olacağım, ben avukat olacağım, ben futbolcu olacağım. Bunlar gencin rol denemeleridir. Rol denemelerini böyle tik tik çarkı felek gibi dolanır, başarılı roller kalıcı olur. O roller toplum tarafından, civardaki insanlar tarafından onaylanırsa benimsenir. Yok, aşağılanırsa o rolden de vazgeçer. Siz çocuğun potansiyelini oluşturmak için oldukça mümbit bir arazi olacaksınız. Yani destekleyeceksiniz. Öyle dandik amaçlarla gelir ki gülersiniz içinizden. Tamam ,oğlum tamam kızım yap deyin, üç gün gider, bir gün gider, bir saat gider ama siz yapma dediğiniz zaman orada tetiklenir. İstemediğiniz bir rol kalıcı olur. Çünkü onun kişiliğine saygı duymadınız. Konuşmacı: Bu dönemde yapılan testlerin çocuğun… Faydası olur mu? Tahir ÖZAKKAŞ: Net bir şey söyleyemeyeceğim. Çünkü o dönem çok karmaşıktır net bir yapı yoktur. Kaostur o dönem. Konuşmacı: Zevk mevk… Tahir ÖZAKKAŞ: Çocuğun o denemeleri eksperince deneyim yapacak, futbol oynar başarılı olursa onu sevecek, aferin yahu acayip oynuyorsun dedikleri zaman havaya girecek ona yönelecek veya iki tane vuracak senden hiçbir şey olmazmış diyecek. O tasarımdan vazgeçecek. Müziğe yönelecek, müzik veya ders çalışacak ağabey ya sen coğrafyayı çok iyi biliyorsun Konuşmacı: Hayatın içinde mi bunu keşfedecek Tahir ÖZAKKAŞ: Hayatın içinde, anne- babanın görevi onu hayatın içine olabildiğince daldırmak. Çok rol denemeleri yaparak kendisine uygun olan, olmayanları, potansiyellerine uygun olan, olmayanları temin etmek. Senin kafanda, benim oğlan illa doktor olacak, diye bir kafa varsa çok yazık. Çocuğu da mahvediyorsun, kendini de mahvediyorsun. Konuşmacı: Bu dönemde çocukların kendilerinin de hangi yöne gideceklerini bilemediklerinden bir de sınava falan hazırlanıyorlardı o çağlarda, ben çocuklar için sistemler olsa da çocuğun beraberce hani doktorla beraber yapabileceğimiz bir şey olsa da çok aramışımdır. Tahir ÖZAKKAŞ: Çocuğun kimliği yerleşmişse yani ergenlik bunalımını atlattığı netleşmişse, ondan sonra potansiyellerinin ne olduğu ile ilgili sistem ortaya çıkarılabilir. Ama o karmaşa döneminde zor. Konuşmacı: Halen yok değil mi bu şey. Ben o dönemde bende rastladım diye üzüntü duyuyorum da. Tahir ÖZAKKAŞ: Var, onlarla ilgili testler var diyeyim ben. Konuşmacı: Ne kadar sürer. Tahir ÖZAKKAŞ: Eğer sağlıklı bir zeminden geliyorsa bir buçuk iki yılda biter bu sistem, eğer arka sistem bozuksa ilk bahsettiğimiz arka evre yirmili yaşlara kadar gider, hala yirmili yaşlarda da olmayabilir kimlik bocalaması dediğimiz, kendini tanımlayamama, belki bir ömür boyu sürer. Ne olduğunu ifade edemeyen, kendinin ne olduğuyla ilgili bir yargıda bulunamayan, bir kimlik bocalaması yapısı çıkar karşımıza. Burada da bu insanlar genelde ters kimlik olurlar.Ters kimlik demek kendisinden istenenlerin tersini yapma Konuşmacı: O verilen yaş şeyleri nereye kadardı? Tahir ÖZAKKAŞ: On iki, on üçten yirminci yaşa kadar varır. Yirmi iki, yirmi üçe kadar da gidebilir. Hatta o kimilik yapısı kilitlenip kalabilir.Ters kimlik bir şeyleri deniyor deniyor ama başarılı olamıyor, mümbit bir arazi. Yok, aile desteklemiyor o zaman, rahat kendini tanımlayabilecek bir şey olması lazım, tanımlayamamak çok kötü, felaket. İnsanın kendini tanımlayamaması kadar kötü bir şey yok. Ne yapıyor? Kısa yoldan başkasının kendinden istediğinin tersini yapmak, kendini rahatlatıyor, oh buldum diyor. Ne istenirse, karşı görüşte oluyor. Buna ters kimlik diyoruz veya ikinci bir kimlik var. Bu dönemde böyle bir kriz olupta anne- babalar panikleyince, çocuğu doktora götürüyor. Doktor da teşhis koyuyor, depresyon, obsesyon vesaire. Buldum diyor, ben hastayım. Bir ömür boyu hasta kimliğine sahip çıkıyor. Hem mazlum, hem mağdur, hem kimse ona sorumluluk yüklemiyor. Doktorlar ha bire onaylıyor, reçete veriyor. Doktorlarında bu olayı hızlandırdığı, bu olaya çanak tuttuğu yapı ortaya çıkıyor. O sistemi bazen anlayamıyor. O, hâlbuki çocuğun bir kurtuluş reçetesi, sorumluluktan, bir işe yaramayan, bir amaç edinememiş, rol denemesinde başarılı olamamış,kendisi eziliyor, arkadaşları gidiyor, nasıl izah edecek. Bu çocuk ya intihar edecek,ya ben hastayım diyerek tüm bunlardan kurtulacak. Bu anne -babadan taklitle de oluyor. Benim iki tane kızım var. Büyük kızın başı ağrıyor, rahatsızlanıyor, hastalanıyor, ah kızım üşüttün mü falan diyorum, ilgi gösteriyorum. Ertesi gün hemen küçük kızda hastalanıyor. Hem de taklit ediyor, baya ateşi de çıkıyor, vay hain vay nedir? İlgi istiyor, sevgi istiyor. Çünkü ablaya hastalanınca ilgi gösterilince, kendide kıskandı. Ben buna prim olarak verirsem, ha bire hastalanıp, ha bire ilgi sömürüsü devam edecek. Orada biraz taş kalpli oluyorum tabii orada sistemi bitirmeye çalışıyorum. Onun iyiliği için. Ergenliğin bir amaç edinmesi var, amaç edinir, amaca yönelir, rol denemeleri yapar, bu desteklenmelidir. Birinci madde; şöyle yazmışız özerk olduğunu hissetmek. Özerk olduğunu hissetmenin temel yolu, emir altında olduğuna inandığı insanlara baş kaldırmaktır. Kimdir emri altında olduğu insanlar? Anne-baba. Özerklik anne-babaya baş kaldırma yetisini ortaya koyuyorsa, yumruğu vurabiliyorsa, özerkliklerini hissedebiliyor. İşte anneler-babalar bu dönemde başını ezerlerse, çocuk özerklikten vazgeçiyor, bağımlı hale geliyor, korkak kalıyor. Bu dönemde ipini biraz uzun bırakalım, çok tehlikeye de salmayın, uzaktan takip edin. Bu dönemde sizi beğenmeyecektir. Siz adam değilsiniz, yanında olmaktan utanacak, sizden ayrılmaya çalışacak, bu doğmadır. Dünyanın en iyi adamı olsanız, en iyi hanımı da olsanız, en yakışıklı beyi de olsanız, çocuğunuzun gözünde bu dönemde çirkinsiniz. Akılsızsınız, beceriksizsiniz sizden utanır. Anneler- babalar çok hayret ediyorlar ya nasıl olur benim gibi falan diyor, yolda giderken önümüzde birkaç metre ilerde, ya birkaç metre geride, böyle markete falan giderken, büyük marketlere falan, birkaç adım geriden geliyor, hiç yanımızda görünmek istemiyor. Bir taraftan da çaktırmadan yapıyor bu işi. Ya birileri karşıdaysa, mesela kız arkadaşı gelecek karşıdan, alakası yok bunlarla ayrıyım mesajı veriyor. Evet, o kız arkadaşın gözünde de o anne- baba ne güzel anne- babadır, ne idealdir. Herkesin anne- babası diğerine çok şirin görünür. İkincisi; amaç edinebilme. Bu amaca yönelebilme ve bunu uygulayabilme yetisi bu dönemde işte amaçlar başlar. Futbol olabilir, müzik olabilir, ders çalışmak olabilir, laboratuar kurmak olabilir, sosyal bir kulüp olabilir, bu amaca yönelecek uygulayacak ve diğer taraftan onaylanacak. Üçüncü madde; sırdaş edinme. Evlatlarla çocuklarla arkadaş olunmaz, öyle bir şey yok, evlat sizin evladınızdır. Bazı anneler böyle yakın veya ben çocuğumu çok seviyorum, benim için çok önemli veya babalar ben çocuğumla arkadaşım yok öyle bir şey. Bu yanlış, çocuğun kendi arkadaşları olur. Sen, annesi, babasısındır. Orada çocuk, arkadaş edinmeyle, sırdaş edinmeyle, birisiyle kankalık yapması lazım. Bu nedir? Sır verebilme ve sır alıp tutabilme yetisini geliştirecek onda. Sır nedir? Akşam bir bira içtiler çaktırmadan, anne- babadan saklanacak, kanka tamam nerdeydik akşam, dershaneye ders çalışmaya gittik, tamam anlaştık. Ölmek var, dönmek yok. Ha anne- baba gelir, aslan oğlum, kaplan oğlum biz seninle arkadaşız falan. Dün işte yoktun bu saatlerde, valla sen ne istersen beraber yapalım falan.Orada çocuk sırdaşlığına ihanet ederse, biz bira içtik Ahmet’le,, Ali’yle Ayşe’yle Fatma’yla derse o çocuğun hayatı yandı. O nedir? Konuşmacı: Ben bir şey sorabilir miyim? Tahir ÖZAKKAŞ: Buyurun Konuşmacı: Ama tam tersine anne -babalar çocuklarıyla arkadaş gibi olurlarsa, anneyle- babayla daha çok iletişim kurarlar deniyor, siz tam tersini. Tahir ÖZAKKAŞ: Tam tersini diyorum. Anne-baba, anne baba olarak, reel konuşabilirsiniz, rasyonel her şeyi konuşursunuz. Arkadaş etmek faklı bir kavram. Arkadaşlık nedir? Çapkınlık yapmaktır. Yapabilir misiniz kızınızla çapkınlık? Konuşmacı: Özellikle öyle deniyor, anneler kız çocuklarına, babalar Tahir ÖZAKKAŞ: Rasyonel konuşmayla arkadaşlık kavramını ayrıştırın. Rasyonel konuşma karşınızdaki bir insanı bir birey olrak kabul edip, her şeyi tartışabilirsiniz. On beş yaşında bir delikanlı oğlunuz, kızınız var. Aynen kendi yaşınızda bir insanmış gibi çok ciddiye alarak, çok önemseyerek dinlemek, konuşmak, tartışmak bu arkadaşlık değildir. Bu karşınızdaki bir bireyin özerk ve bağımsız bir bireyin onaylayıp, varlığını kabul etmektir. Arkadaşlık ise arkadaşlar arasında yapılan şeyleri yapmaktır. Çapkınlık yapmak, gizli gizli kaçmak, sır paylaşmak, birbirimizin damarından kan çıkararak, onu karıştırarak kan kardeşi olmak, bunlar anne babayla olmaz. Ayrışacak ki anne babadan kendi varlığını oluştursun. Ayrışabilmek içinde böyle bir sisteme girmesi lazım. Burada sır saklayacak, ne yapıyor anne baba, çocuğuna bu şekilde bir manipülasyonla sırrını ifşa ediyor. Ne oluyor toplum içinde o yapı sonra biliyor musunuz? Arkadaş bu muhbir, bu kalleş diyor, sırrımızı paylaştık okulda yayıyor diyor, sınıfta herkes güvenilmez bir insan olarak damgalıyor. Kendi içinde nasıl bir tasarım geliştiriyor, ya ben ihanet ettim diyor, sır taşıyamıyorum, kimse baba güvenmez, eğer sırdaşlığın formatını bu dönemde atarsa ölümüne giden dostluklar kurabiliyor insan ve sırdaş edinebiliyor. O zaman toplum içinde bu insanın sözüne güvenilir diye bir damgayı alır. Öyle insanlar vardır ki, toplumda bunun sözü senet derler, hiç çek senet almaya gerek yok, Ahmet Bey Ayşe Hanım söylediyse doğrudur. Nereden geliyor bunun kaynağı? Ergenlik döneminde sır saklayabilme yetisinden geliyor. Eğer saklayamamışsak, ağzımız gevezeyse, verilen sırrı hemen arka sokakta hemen ifşa ediyorsak, ya zaten bunun ağzı gevşek, bununla sır paylaşılmaz. Konuşmacı: O zaman anne babanın çocukla yaptığı o sohbet reel Tahir ÖZAKKAŞ: Reel, rasyonel, özerk. Yani şunu düşün; karşınızda aynı yaşta bir insan varmış gibi onunla bir konuyu tartışır gibi tartışacaksınız. Orada annelik gücünü, babalık gücünü kullanamayacaksınız Konuşmacı: Orada çocuğun güvenmesi mi söz konusu anlatabilmesi için de çocuğun güvenmesi lazım? Tahir ÖZAKKAŞ: Tabi orada kendisinin değerli olduğunu, önemli olduğunu hissediyor çocuk, anne baba onu ciddi olarak dinliyor. Şaka olarak dinlemeyeceksiniz, ciddi olarak dinleyeceksiniz. Bak bunu ben üç yaşında kızıma yaptığım örneği söyleyeyim. Ben eve yatak getirdim, kızımın odasına koydum. Buraya kadar benim görevim kızım dedim, bu yatağı nereye koyayım, odanda kararı sen ver. Şimdi, anlamadı, koskoca bir yatağı koskoca bir şeyi kızımın söylediği yere koyacağız. Şimdiye kadar hiç sorulmamış, koltuğun yeri sorulmamış, mobilyanın yeri sorulmamış, boyanın rengi sorulmamış ama kendi odasında kendi yatağını nereye koyalım. Baba dedi pencerenin önüne koyalım, aldık koyduk. Şimdi bu güç gerekten onda var mı? odasını yerleştirme iktidarı onda mı, yoksa babada mı? On dakika sonra, on beş dakika sonra geldi, baba ya ben orayı sevmedim, duvarın dibine koyalım. Hay hay kızım koyalım, oda senin, istediğin zaman değiştirebilirsin. Ha ertesigün baba sizin yatağı da şuraya koyalım, derse hop bir dakika, bura benim odam. Orada iktidarlar sınırlıdır. Kendi alanında kullanabilirsin ama benim alanımı işgal edemezsin, bende senin alanını işgal etmeyeceğim. Böyle bir sınır koyabilmek. Bu sırdaş edinmeyi de anlatabildim mi? Karşı cinsle iletişim ve beğenilme, ergenlikte çok önemli. Dünya bir tarafa, karşı cins bir tarafa. Bütün hikâye bu hormonlar zıpladı mı, her şeyin anlamı kaybolur. Burada çocuk erkek veya kız olduğunu hissedebilmek ve karşı tarafından beğenildiğine emin olmak durumundadır. Hangi boyutta olursa olsun bu duyguyu hissetmek zorundadır. Eğer bu duyguyu hissedemezse çok ciddi kimlik bocalamasına girer. Bu kültürden kültüre değişir. Anadolu kültüründe bu işmarlaşmak olabilir yani göz, kaş hareketi olur. Ha Ayşe beni seviyor, Ali benden hoşlanıyor. Bu duyguyu kendi içinde hissetimi yetti. Karşı taraf hiç görmemiş olabilir mühim olan kişinin iç dünyasında karşı cins tarafından beğenilen birisi kanaatin gelişmesidir. Bu batı toplumlarında birsiyle cinsel deneyim yapma noktasında. Kendi cinsel kimliğini gerçekten beğenilen ve istenilen bir kimlik olduğunun emin olmanın süreci böyle spektrumun diğer ucundadır. Bizim kültürümüzde de bu kaş göz işaretinden, partnerliğe, beğenilmeye işte benim oğlan senin kız noktasına gelmeye başladı. Bu süreç biraz daha ilerliyor, değişiyor kültürel yapımıza göre, kültürel erozyonumuza göre de bir form tutuyor ama psikolojik olarak bir şekilde karşı cins tarafından beğenilen yapıya sahip olduğumuzu içselleştirmemiz gerekiyor ve bu çok önemlidir. Bu anlamda da bu dönemde anne-babalar paniklemeyip bu konuya biraz relaks yaklaşmaları gerekir diye düşünüyorum. Beşinci olarak; bu dönemde lider olabilme ve ardıl olabilme, bir lidere bağlanabilme yetisi gelişir. Bu dönemde çocuklar doğum günü partisidir, futbol organizasyonudur, hafta sonu pikniğidir bu tip organizasyonlara yönelirler. Anne- baba bunu desteklemeli. İşte el âlemin aptalı sen misin, bütün hamamlığı sen çekiyorsun, sen ne yapıyorsun, cebine kaç kuruş giriyor gibi çok absürt ve onun lider olabilme potansiyelini engelleyecek yaklaşımlar, bu deneyimlerini ortadan kaldıracak tanımlar, annenin çocuğuna, babanın çocuğuna en büyük ihanetidir. Bu tip girişimler aileler tarafından desteklemelidir. Bazı ailelerde hep sen niye başkasına uyasın ki, onlar sana uysun. Hep lider olmayı önerirler bu da yanlış. Bir arkadaşı öncü olmuş, bir olayda ön plana gitmişse anne-babanın destek vermesi gerekir. Evet, ekip arkadaşlarına yardım etme, ekip çalışmasında rol alabilme becerisi yani ardıl olabilme bir gurubun içinde rol alabilme becerisini geliştirmesi lazım ergenlik döneminde. Son olarak ta bir ideoloji, bir ideolojik yapılandırma olması lazım. Nasıl ki çocuk, iki üç yaşında eşyanın annesi- babası tarafından nasıl kullanıldığını görerek bir model oluşturmuşsa, ergenlikle beraber dünyadaki olayları anlamlandırması gerekiyor. Yoksa kaosa düşüyor çocuk. Sağcı olmalı, solcu olmalı, ilerici olmalı, gerici olmalı, bir şey olmalı çocuk. Çünkü Mozambik’teki olayı, Irak’taki olayı kendi perspektifinden bir anlam verebilmelidir. Hedonist olabilmeli, ne oldu dünya netleşti vay be bizim ideolojiye göre orada şudur, bu dostumuzdur, bu düşmanımızdır. Kırklı yaşlardan sonra böyle olmadığını anlar ama o kırk yaşına kadar olgunlaşma dönemi onun için kırk yaşından önce peygamber gelmemiş Hz. İhazreti İsa da tekrar gelecekmiş kırk yaş olgunlaşma yaşı…


Bu biyolojik yapının ahenkli bir şekilde varlığını sürdürebilmesi, büyüyebilmesi için uygun bir çevrede yaşamını sürdürmesi gerekir. Onun içerisinde açmaya hazır bir takım goncalar, güller var. Bu gonca ve güller ruhsal yapımızın ana komponentleri. Bu yapılar belirli bir ortamda bir uyarıya muhatap olursa açılıyorlar, gül halini alıyorlar. Uyarıya muhatap olmazlarsa sönüp kalıyorlar.