Travma ve Tssb
Candace ORCUTT, Ph.D.
Travmatik strese olan bilimsel merak 1800’li yılların sonlarına doğru başlamıştır ve nöroloji, psikoloji ve sosyoloji bilimlerinin yeni arayışlarının kesişmesinden doğmuştur. Her zaman tartışma konusu olan bu konudaki ilk büyük “tartışmayı” şekillendirmede katkısı olan iki büyük bilim adamı Fransız psikiyatrist Pierre Janet ve Viyanalı nörolog Sigmund Freud’dur.
Janet, travmatik yaşantı konusunun bilinçli anısal bellekte bu yaşantının ifade bulmasının güç olduğu çıkarımında bulunmuştur; bu ifade bulma Janet’in “çözülerek ayrılma” diye adlandırdığı bir süreç tarafından tıkanmıştır. (van der Kolk ve diğerleri, 1996, sf.52). Janet, çözülerek ayrılma sürecinin temelinde kalıtımsal bir zayıflık –koruyucu bir mekanizmadan ziyade patolojik bir yatkınlık- olduğunu varsaymaktadır.
Janet’den çok şey öğrenen Freud yine de “travmatik nevrozlar”ın, bilinç düzeyinde kalması için gereğinden fazla büyük ve ezici olan deneyimlerin bastırılmasını amaçlayan, ruhun savunmacı eylemlerinden kaynaklandığı sonucuna varmıştır (Orcutt, 1995, sf.190-192).
Başlangıçta, Freud, bastırılmış yaşantının erken çocukluk döneminde meydana gelen cinsel tacizlerden birisi olduğunu varsaymıştı. Aslında, travmaya uğrayan bireyin sorumluluğunu topluma yüklemiştir. Aile kurumunun kutsallığına açık bir saldırı olan bu tavır, büyük bir profesyonel hoşnutsuzlukla karşılaşmıştır. Freud sonuç olarak “ayartma teorisi”nden vazgeçmiş ve araştırmalarının yönünü içsel fantezilere çevirmiştir –ve tesadüfi bir şekilde travmaya uğrayan bireye de geri dönmüştür. Freud bilinç dışı savunma süreçleri kavramının arkasında durmuştur ancak sosyal odaklı travma kavramından feragat etmiştir.
Pek çok fiziksel travmatik yaşantıları sosyal anlamda yüceltilmiş kurumlarla ilişkilendirmek, bilimsel çevrelerde dahi, araştırmalara karşı ürkütücü bir sosyal direncin oluşmasına yol açmıştır. Çocuk tacizlerine ve aile içi şiddete bakmak aile sistemini sorgulamak anlamına gelmektedir. Gazilerin ruhsal yaralarına bakmak ise ordunun idealize edilmesini sorgulamak demektir. Aile kurumu ve askerlik kurumu bildiğimiz üzere, toplumsal güvenliğin olmazsa olmazlarıdır ve bunları araştırmadan koruma ihtiyacımız, uygarlığımızı sürekli olarak ilerletmek amacıyla bu kurumların tabiatlarını araştırma ihtiyacımızla çelişmektedir.
Judith Herman (1992) travma araştırmasının çatışmalı tarihini şu şekilde tarif eder:
Travma konusu o kadar şiddetli bir anlaşmazlığa yol açar ki sürekli olarak lanetli bir şey halini alır. Psikolojik travma çalışması sık sık düşünmesi bile hoş olmayan alanlara girer ve inancın temel sorularında başarısızlıkla sonuçlanır. (sf.7).
Herman, sosyo-politik hareketlerin psikolojik travma konusunu kültürel farkındalık düzeyine nasıl getirdiğini ve tekrar tekrar güçlü bir tepkiyle karşılaştığını gözler önüne sermektedir. Bu kitabın yazılışı sırasında, bu çatışmayı gözler önüne sermek için, güçler bir kereliğine yeterli dengededir. Yaygın medya, pek çok örnekte yaşanan direnmeleri yansıttığı kadar travma kurbanlarını da yansıtmaktadır. Haksızlığa uğramış, mağdur edilmiş kadınlar ve tacize uğramış çocuklar gibi gruplar adına konuşan korkutucu, kökleşmiş hareketler ve modern iletişim sistemleri ile kendimizi psikolojik travma gerçekliğinden ayrı tutmak kültürel anlamda gittikçe zorlaşmaktadır.
Çağdaş kuramlar, Janet’in çözülerek ayrılma kavramını ve Freud’un bilinçdışı ve savunma fikirlerini kullanırlar ve yüz yıl önce mevcut olmayan bilimsel araçlarla bu fenomenlerin nörolojik temellerini bulmaya çalışırlar. Gelişmiş teknoloji, hala daha fazla sosyal inkara dönüşebilecek olan pragmatik bir yolla travmanın tabiatını araştırma kapasitesi verecek gibi görünmektedir.
Amerikan Psikiyatri Derneği’nin Tanılayıcı ve İstatistiksel Kılavuzu, travmayı tanımlama sürecinde, bu konuyla ilgili tarihsel kararsızlığı göstermiştir. II. Dünya Savaşı’ndaki travmatik olaylar neticesinde – büyük çapta bir mücadele, sivil bombalamalar, toplama kampları –DSM-I 1952’de “büyük stres reaksiyonu” teşhisini içermiştir. Bununla beraber, barış zamanı, görünüşe göre DSM-II deki kategorinin kaldırılmasına yol açmıştır. Yine 1980’de DSM-III’te, Vietnam gazilerinin deneyimleri ile travma konusuna bir anksiyete bozukluğu olarak geri dönülmüştür. 1987’de revize edilen DSM-III’te ise diğer bir düzeltme yapılmıştır: Resmi araştırmalardan elde edilen sonuçlar ve savaş gazileri, aile içi şiddet, kadın hakları ve çocuk tacizleri ile ilgili güçlü tabana ait halk eylemleri, Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak adlandırılan özel bir anksiyete bozukluğunun tanımlanmasına sebep olmuştur. DSM-IV’te (1994) bu kategori, Travma Sonrası Stres Bozukluğu olarak muhafaza edilmiştir.
DSM-IV TSSB’yi şöyle tanımlar:
Gerçek ya da olası bir ölümü ya da ciddi bir yaralanmayı, kişinin fiziksel bütünlüğünü tehdit eden başka bir durumu; bir ölüm olayına, yaralanma olayına ya da diğer bir kişinin fiziksel bütünlüğünü tehdit eden bir duruma tanık olmayı; beklenen veya ani bir ölüm haberini, ciddi bir zararı, bir aile yakınının ya da yakın bir arkadaşın bir ölüm tehdidi ya
da yaralanma durumlarını kapsayan doğrudan kişisel deneyimleri içeren aşırı bir travmatik stres yükleyiciye maruz kalmayla devam eden karakteristik semptomların gelişimi Travma Sonrası Stres Bozukluğu’nun en önemli özelliğidir. Kişinin olaya tepkisi yoğun bir kaygı, çaresizlik ya da korku durumlarını içermelidir (sf. 424).
TSSB için tanılayıcı kriterler şunlardır:
A. Gerçek ya da olası bir ölümü ya da ciddi bir yaralanmayı; kendiliğin ya da diğerlerinin fiziksel bütünlüğüne karşı bir tehdit unsurunu içeren bir olay ya da birden çok olayı yaşamış, bunlara tanık olmuş ya da bunlarla yüzleştirilmiş bir kişi…
B. Sürekli olarak tekrarlanan, yeniden yaşanan travmatik bir olay…
C. Travmayı çağrıştıran uyarıcılardan ısrarlı bir şekilde kaçınma ve genel tepkilerin uyuşma durumu…
D. Artan uyarılma durumunun sürekli semptomları…
E. Rahatsızlığın devam süresi 1 aydan fazla…
F. Rahatsızlık sosyal hayatta, iş hayatında ya da diğer önemli faaliyet alanlarında klinik anlamda önemli sıkıntılara ya da zararlara sebep olur…(sf.427-429)
TSSB’nin DSM-IV’teki bu tanımı betimsel ve genel bir tanımdır. Bunun yanı sıra kuramsal olduğu için de, hastalarla çalışmayı kavramsallaştırma adına bir (köşe taşı değilse) mihenk taşı olarak kullanmak için pek çok klinisyen arasında fikir birliğine varılıp yeterli derecede onaylanan bir çalışma tanımı da sağlamaktadır.
“Travma” ve “TSSB” gibi terimler, karşı konulamaz dışsal olayların ruh üzerindeki etkisini sınıflandırmak amacıyla kullanılmaktadır. Stresin bu şekli muhtemelen vücudun uğradığı bir şoktan ya da aldığı darbeden kaynaklanabiliyor olsa da, Wilson’un dediği gibi (1989): “travmatik olaylar bireylerin ruhlarında vuku bulurlar”
Devamı için tıklayınız