Psikonörobiyolojik Bir Yansıtmalı Özdeşim Modelinin Klinik Etkileri

Psikonörobiyolojik Bir Yansıtmalı Özdeşim Modelinin Klinik Etkileri

  • 4.70

Psikonörobiyolojik Bir Yansıtmalı Özdeşim Modelinin Klinik Etkileri

Allan N. SCHORE

Psikanalizin ve bilimin zihni açıklamak üzere daha güçlü modeller üretmek için bir araya geldiği bir dönem içerisindeyiz. Bu yakınlaşma insan deneyimine dair ortodoks olmakla beraber henüz nüfuz edilmemiş belli sorulara yeni bir yaklaşımın geliştirilmesine müsaade edebilir. Pek çok farklı disiplinin ilgisini çeken heyecan verici sorulardan biri de insan zihninin neden ve nasıl geliştiği ve sonrasında ne şekilde daha karmaşık bir yapıya kavuştuğudur. Eğer koca bir yüzyıl boyunca bu sorunun bilimsel sorgulamanın sahasının dışında kaldığı doğruysa, psikanalizin alanında dahi zihnin erken dönem gelişimi neredeyse hiç araştırılmamış hatta Freud bu sorudan neredeyse kaçınmıştır. Psikanalizin öncüler arasında ilkel zihin üzerine en fazla formal kuramsal ve klinik açıklamada bulunan belki de Melanie Klein olmuştur. Ancak günümüze değin deneysel bilimin bulguları Klein’ın hipotezlerinden çok azını doğrulamıştır. Buna karşılık, Klein’ın takipçilerinin çoğunun bu bilime olan antipatilerini ifade ederken oldukça muğlak kaldıklarını belirtmekte fayda var.

Kuramsal yorumlarına dair tartışmalara rağmen, Klein’ın klinik kavramları gelişimsel bozukluklardan mustarip danışanlarla ve zihnin ilkel bölgeleriyle çalışmak hususunda çok değerli ipuçları sunmuştur. Bu belki de en önemli keşfi olan klinik açıdan konuyla ilgili olmakla beraber kuramsal olarak muammalı yansıtmalı özdeşim süreci için de geçerlidir. Klein (1946), yansıtmalı özdeşimi büyük ölçüde bilinçdışı olan bilgilerin gönderenden alıcıya yansıtıldığı süreç olarak tanımlamıştır. Bir kişinin bilinçaltı ile diğerinin bilinçaltı arasında geçen bu ilkel süreç, erken gelişim döneminde başlasa da hayat boyu devam eder. Bu fenomen, aynı zamanda gelişimsel psikopatolojilerde çocuğun ve yetişkinin terapisinin esas odak noktasını oluşturan ilkel bilinçdışı savunma mekanizmasına da atıfta bulunmaktadır.

Psikanaliz, bilinçdışı süreçlerin bilimi olarak tanımlana gelmiştir. Freud’un bilime en önemli katkısı her daim aktif olan bilinçaltının gündelik hayati işlevler üzerinde sahip olduğu büyük öneme vurgu yapması olmuştur. Diğer insanlarla uyumlanmaya dayalı etkileşimler, hem bilinç hem de bilinçaltı düzeylerde süregelir. Freud, eserinde kişinin diğerlerinin bilinçaltı iletişimini alımladığı “aynı oranda askıya alınmış dikkatin” (evenly hovering attention) zihin halini modellendirmeye başlamıştır. Freud, (1912/1958b) bilinçaltının nasıl “alımlayıcı bir organ” olarak eylediğini açıklıyorsa, Klein’ın yansıtmalı özdeşim kavramının da bir bilinçaltı sisteminin nasıl “transmiter” olarak eylediğini ve bu transmiterlerin nasıl daha sonra diğer bir bilinçaltı zihnin alımlayıcı işlevlerini etkilediğini modellendirmeye çalıştığını iddia ediyorum. Bu da açıkça bilinçaltı sistemlerin diğer bilinçaltı sistemlerle etkileşim içerisinde olduğunu ve hem alımlayıcı hem de ifade edici özelliklerin bunların iletişim kapasitelerini belirlediğini ortaya koymaktadır.

Daha yakın zamanlı çalışmalarda, Joseph (1997, s.103), “yansıtmalı özdeşimin tabiatı gereği bir tür iletişim” olduğunu vurgulamıştır. Bu tema aynı zamanda Alvarez (1997) ve Mason (2000) tarafından da vurgulanmıştır. Morrison (1986) “alımlayıcıya bilinçaltı fantazinin ne hissettiğini ileten bir tür iletişimdir,” demiştir (s.59). Diğer yazarlar da yansıtmalı özdeşimin, kendilik ve nesne temsilleriyle bağlantılı duygulanımların yansıtılmasıyla ilgili olduğunu iddia etmişlerdir (Adler & Rhine, 1992). Ogden, “yansıtmalı özdeşim esnasında yansıtanın ‘alımlayıcıyla’ gerçek kişiler-arası etkileşimler aracılığıyla bilinçsizce, onun ‘uyarılan’ hisleriyle uyumlu his hallerine sebebiyet verdiği” (1990a, s.79) sonucuna varmıştır.

Devamı için tıklayınız