Bebeğin Öznel Deneyimini Keşfetmek: Kendilik Hissinin Merkezi İşlevi
Daniel N. STERN
İnsan tabiatıyla ilgilenen herkes küçücük bebeklerin öznel yaşamlarını merkeze alır. Bebekler kendilerini ve başkalarını nasıl deneyimlemektedirler? Başlangıçta kendilik mi yahut başkası mı veya bunların ikisinin bir bütünü mü söz konusudur? Bebekler nasıl olup da münferit sesleri, hareketleri, dokunuşları, görüntüleri ve hisleri bütün bir insan oluşturacak şekilde bir araya getirmektedir? Yahut bütünü dolaysız bir biçimde hemen mi kavranmaktadır? Bebekler başkasıyla “birlikte olmaya” dair sosyal olayları nasıl deneyimlemek-tedir? Biriyle “birlikte olmak” nasıl anımsanmakta, unutulmakta ve zihinde temsil edilmektedir? Gelişim ilerledikçe bunların arasındaki ilgi nasıl deneyimlenmektedir? Yani bebekler ne tür kişilerarası dünya veya dünyalar yaratmaktadır? Bu soruları sormak evrenin büyük patlama öncesi neye benzediğini merak etmeye benzer. Ancak evren olduğu gibi bir defada yaratılmışken kişilerarası dünyalar her gün küçük bebeğin zihninde yaratılmaktadır. Ancak her iki olay da her ne kadar tamamen farklı sınırlarda yer alsalar da bizim doğrudan deneyimimize uzak ve erişilmez olmayı sürdürmektedir. Bebeğin zihnine girmemiz mümkün olmadığından bebeğin ne deneyimleyebileceğini tahayyül etmek anlamsız gibi görünebilir. Ancak bilmek istediğimiz ve bilmemiz gereken şeyin merkezinde bu yer almaktadır. Bebeğin deneyiminin neye benzediği üzerine tahayyül ettiklerimiz bebeğin kim olduğuna dair kavramlarımızı şekillendirmektedir. Bu kavramlarsa bebekliğe dair işleyen hipotezlerimizi meydana getirmektedir. Böylece psikopatolojinin nasıl, neden ve ne zaman başladığı üzerine klinik kavramlarımıza yön veren modeller işlevi görmektedirler. Bütün bunlar bebeklere dair deneylerin arkasında yatan görüşlerin kaynağını oluşturmaktadır: Bebekler ne düşünür, ne hisseder? Bu işleyen kuramlar da ebeveynler olarak bizlerin kendi bebeklerimize nasıl yanıtlar verdiğimizi ve bunun sonucunda da insan tabiatı üzerine görüşlerimizi şekillendirir. Bebeklerin içinde bulundukları öznel dünyayı bilemediğimizden, başlangıç noktası tesis ederek hipotezler ortaya atmak için bunu inşa etmek durumundayız. Bu kitap işte böylesi bir inşadır. Bebeğin kendi sosyal yaşamına dair öznel deneyimine ilişkin işleyen bir hipotezdir. Önerilmekte olan işleyen kuram şu anda ortaya çıkmaktadır çünkü yakın geçmişimizdeki muazzam araştırmalarda kaydedilen ilerleme elimize bebeklere dair koca bir bilgi bütünü ve bebeklerin zihinsel yaşamlarını sorgulamak için yeni deneysel yöntemler sunmaktadır. Bunların sonucunda gözlemlenen bebeğe dair yeni bir bakış açısı kazanılmıştır. Bu kitabın amaçlarından biri bu yeni gözlemlenen verilerden bebeğin öznel yaşamına ilişkin bazı çıkarımlarda bulunmaktır. Bu iki nedenle daha önce gerçekleştirilmemiştir. Bir yandan bu yeni bilgileri bize kazandıran gelişimciler genellikle gözlemci ve deneysel araştırma geleneği içerisinde çalışmaktadırlar. Bu yaklaşım yüzünden öznel deneyimin tabiatına ilişkin çıkarımlarda bulunmaktan kaçınmaktadırlar. Klinik mevzularda dahi nesnel fenomenler üzerine yaptıkları vurgu şu anda Amerikan psikiyatrisinde yaygın olan fenomenolojik trende uygun olmakla birlikte klinik gerçeklik olarak beynin kucaklanması gerektiği hususunda –öznel değil nesnel olaylar- katı sınırlar çizmektedir. Yine eşit öneme sahip bir diğer husus ise bu yaklaşımın bebeğin deneyiminin tabiatına dair temel soruları yanıtsız bırakmasıdır. Öte yandan psikanalistler kendi gelişimsel kuramlarını oluştururken bebeğin öznel deneyimlerinin tabiatına dair çıkarımlarda bulunmaktan geri durmazlar. Bu bir yükümlülük olduğu kadar güçtür de. Bu durum bahsi geçen kuramların öznel olarak deneyimlendiği ölçüde yaşamı içeren daha geniş çaplı bir klinik gerçekliktir (işte bu yüzden klinik olarak işe yaramaktadır). Ancak bahsi geçen kuramcılar kendi çıkarımlarını yalnızca yeniden inşa edilen klinik materyal ve gözlemlenen bebeğe dair eski ve modası geçmiş görüşler temelinde gerçekleştirmektedir. Bu hususta önemli çabalar gösterilmeye başlanmış olsa da psikanaliz henüz yeni gözlemlerden elde edilen verilere tam manasıyla yönelmemiştir (bkz. Brazelton 1980; Sander 1980; Call, Galenson ve Tyson 1983; Lebovici 1983; Lichtenberg 1981, 1983).
m;marg?u oth ?P?margin-left:0cm; text-align:justify;text-indent:14.2pt;line-height:120%'>Biz genellikle, cinsel olarak çekici ve baştan çıkarıcı insanların ne yaptıklarını bildiklerini ve akıllarındaki dürtünün son derece farkında olduğunu tahmin ederiz. Ama bazen kışkırtıcılar, ne kadar uyarıcı olduklarının nispeten farkında değildirler – bu farkında olmama durumu, başkalarında cinsel isteği kışkırtma ve zaman zaman da davranışlarının etkisinin gerçekliğini reddetme gibi pek çok bilinçdışı savunmadan kaynaklanmaktadır .
2002 yılında, bir erkek meslektaşım, tanıdığı tüm erkeklerin hemen onunla birlikte olmayı düşünmesinden şikayet eden son derece çekici genç bir bayan hastayla sıradışı bir görüşmesini anlattı. Sıradışı olan, kadının seansta transparan bir bluz giymiş ve sütyensiz olmasıydı. Bir noktada, meslektaşım, giydiği kıyafetin sorunlarına katkıda bulunuyor olabileceğinin farkında olmadığını nazikçe ifade etti. İlk tepkisi savunmacıydı, transparan bluzun "moda" olduğu şeklinde bir mantıksallaştırmaya başvurdu. Ancak, mantıksallaştırdığının çabucak farkına vardı, aynı zamanda kendi teşhirci isteklerinin farkında değilken başkalarında bilinçdışı bir şekilde cinsel istek uyandırdığını da fark etti . Ceketini giydi ve görüşme boyunca ceketiyle oturdu.
Devamı için tıklayınız