Kendini Heder Eden Kişilik ve Pasif Agresif Kişilik
Kendini Heder Eden Kişilik ve Pasif Agresif Kişilik adlı makaleye ait dvd video konuşmasını satın almak için http://yayin.psikoterapi.com adresimizi ziyaret edebilir ya da Buraya tıklayarak sipariş verebilirsiniz.
Kendini Heder Eden Kişilik ve Pasif Agresif Kişilik
Uz. Dr. Tahir Özakkaş
Kimler var, kimler yok diye bakıyorum. Evet, arkadaşlar hoşgeldiniz. Böyle aylık sohbetlerimizi son aylarda kişilik yapılarıyla ilgili olarak yaptık. Herhalde bu ay, son kişilik örüntüleri olan son kişilik örüntülerinden diyebiliriz. Bizim toplumumuzda sıkça görülen, karşılaştığımız, bizzat kendisi olduğumuz iki kişilik örüntülenmesini daha yakından tanıyacağız, göreceğiz. Kişilik örgütlenmeleri neydi? Kişinin kendini tanımladığı, dışarıdan da görünün o vasıflarıyla anılan, uzun süren genç erişkinlik döneminde görünen yani ergenlikle beraber başlayan bizi biz yapan kalıcı niteliklerimize verdiğimiz isim. Tabi kişilik yapıları değişmez değildir, kemikleşmiş değildir, değişebilir. Ama değişmeleri, duygularımıza, düşüncelerimize göre daha yavaş, daha zor şekil alan yapılardır. Kişilik örgütlenmeleri ötekiyle ilişki şeklinizin nasıl olduğuna bakılarak yapılan sınıflandırmalardır. Yani öteki dediğimiz bizim dışımızda her şey, insanlar, canlılar, nesnelerle yapılan iletişim şeklimiz bizim kişilik örgütlenmemize göre şekil almaktadır. Kısaca hatırlatacak olursak, ilk kişilik örgütlenmelerimiz bir yaşını doldurduktan sonra üç yaş arasındadır. Kaotik olan bu dünyayı anlamlandırabilmek için anne-babamızın veya bakıcılarımızın ötekileri ile nasıl ilişki içine girdiğinin modellenmesi, içselleştirilmesi ve sentez yapılmasıyla kaotik olan dünyadan, kaotik olan nesne ilişkilerinden kurtuluyoruz. Bir düzen geliyor. İşte, anne- babamızın veya bizi yetiştiren insanların nesneyle iletişim şekli bu şekilde içselleşince, bir kişilik örgütlenmesi halini alıyor. Kişilik örgütlenmelerinin neden bu şekilde farklı olduğuyla ilgili yorumlara gelince, bir sınıflandırmayla karşı karşıya kalıyoruz. Bugün için kişilik örgütlenmelerinin nedenselliği matematiksel bir kurgu gibi, objektif ve reel olarak ortaya konabilmiş değildir. Bu nedenle de yapmamız gereken şey, benzer kişilik örgütlenmelerini, benzer grupların altında değerlendirmektir. Bunu basitçe ifade edecek olursak elmaları elma sepetine koymak, armutları armut sepetine koymak diyebiliriz. Benzer özellikler ve karakter yapılarını gösteren arkadaşları, belirli gruplar altında toparladığımızda ve bunlarında belirli özelliklerinide alt alta yazdığımızda tanımlayıcı anlamda kişilik örgütlenmelerini sınıflandırmış oluyoruz. Buna Amerika Birleşik Devletlerinin kişilik örgütleme kalifikasyonu diyebiliriz. Yani deskriptiv denen, dışarıdan gözlemlendiğinde olayı tanımaya yönelik olarak bir çerçeve çizen anlamda. Bu manada da kişilik örgütlenmeleri üç kümede inceleniyor. A kümesi, B kümesi ve C kümesi diyoruz. A kümesinde paraonid, şizoid, şizotipal kişilik örgütlenmeleri. B kümesinde narsisistik, anti sosyal, borderline, histrionik kişilik örgütlenmeleri. C kümesinde bağımlı, çekingen, obsesif-kompulsif kişilik örgütlenmeleri. Birde bunların özelliklerini gösterir ama bir sınıfa dâhil edilmeyen, başka türlü adlandırılamayan kişilik örgütlenmesi, birde nadiren de olsa görülen normal kişilik örgütlenmesi var. Tabi bu bahsettiğimiz kişilik örgütlenmeleri patolojik ve hastalıklı olan. Zaten Amerika Birleşik Devletleri psikiyatrislerinin sınıflandırmaları hastalıkları sınıflandırıyo, r normalleri sınıflandırmıyor. Normal normaldir, normal bir tanedir. Burada demek karşımıza on tane kişilik örgütlenmesi geliyor veya bunların miks tipleri geliyor. Bu DSM-IV dediğimiz Amerikan sınıflandırmasının dördüncü gözden geçirilmiş şekliydi. Bunun DSM III modunda ise iki kişilik örgütlenmesi daha vardı. Bunlar self- defeating ve pasif- agresif kişilik örgütlenmesiydi. Daha sonra Amerikalılar oturdular, biz bunları kaldıralım dediler, sınıflandırmadan kaldırdılar. Herhalde geliştikçe bazı ülkelerin modernlikle beraber veya sanayileşmeyle beraber bazı kişilik örgütlenmeleri kalkıyor. Bizim gibi geri kalmış ülkelerde bu kişilik örgütlenmeleri bol miktarda var. Tabi bu kişilik örgütlenmelerinin sınıflandırılmasıydı. Ben burada bundan bahsedeceğim ve bunun bence neden kaynaklandığı ile ilgili yorumlarına gitmeye çalışacağım. Demek Amerika Birleşik Devletlerinin kişilik örgütlenme sınıflandırmasından çıkarılan dünyada böyle bir kişilik örgütlenmesi yok. Ama bundan on, on beş yıl önceki kitaplarda var kabul edilen iki kişilik örgütlenmesi; birisi self –defeating, diğeri pasif -agresif kişilik örgütlenmesi. Self- defeatingin tam karşılığını vermek biraz zor, diğer ismi bir ismi mazoşistik kişilik örgütlenmesi veya Türkçedeki karşılığı olarak kendisini heder ve kurban eden kişilik örgütlenmesinin uygun olacağını düşünüyorum. Demek ki kişilik örgütlenmelerinden birincisi olan self- defeating kendisini heder ve kurban eden veya diğer bir isimle mazoşisttik bir kişilik örgütlemesiymiş. İkincisi pasif- agresif. Bu ne demek? Bir pasif, bir agresyon tarafı var. Pasif tarafı pasifçe, sakince, yumuşakça, fazla incitmeden agresyonunu ortaya koyması yani bir agresyonu, bir öfkesi, bir kızgınlığı var ama onu öyle pasif bir şekilde koyuyor ki biz buna pasif agresif yapı diyoruz. Pasif agresif yapıya bir örnek göstereyim. Yaparız ağabey, hallederiz ağabey, derhal abi, hemen abi der ama asla yapmaz. Hepimizin günlük olaylarda evimizin içinde gördüğümüz “ tamam babacığım suyunu getiririm” der, su gelmez. Tekrar hatırlatırsın “a unuttum, derhal getireyim” der, yine gelmez. Çünkü öfkesini pasif olarak ortaya koyuyor. Sana görünürde hep okey derim, hep tamam derim, itiraz etmem, asla benden eylem çıkmaz. Erteleyebildiğin kadar ertele, bugünün işini bırakabilirsen hep yarına bırak temel düsturlarıyla pasif agresif yapıyı da görelim, kafamızda bir kenara koyalım. Mazoşistik yapı ise, genel sınıflandırmada birkaç kişilik örüntüsünün etkisi gibi gelir, ama tanımlama belirli bir kategorizasyon içeriyor. Burada şunu kasteceğim, çok karışık bir cümle oldu, bende farkındayım karışık olduğunun. Böyle psikolojik konular çok karışık oluyor, bir noktada basite indirgemeye çalışıyorum. Biraz önce Amerika Birleşik Devletleri sınıflandırmasının elmaları elmaların yanına, armutları armutların yanına konması şeklinde olduğunu söylemiştim. Ama bu sınıflandırma elmaların niye elma olduğunu, armutların niye armut olduğunu izah edemez. Ama bilim adamlarının temel derdi elmalar niye elma olmuş, armutlar niye armut olmuş bunu incelemektir. Buna bir etiyopatogeneze dayalı yani nedenselliğe dayalı, sebep- sonuç ilişkisi, illiyet bağı kurarak anlama yolu diyoruz. İşte bu noktaya gelince bu kişilik örgütlenmesinin oluş nedenselliği çok farklı farklı nedenlere dayanıyor. O zamanda karşımıza değişik bir tablo çıkıyor. Bugün ben her ne kadar genel olarak bu kişilik örgütlenmelerini ve bu kalifikasyonu sizlerle paylaşsamda esas paylaşacağım şey, ailede ne oluyor? Anne- baba çocuğa ne yapıyor da, o çocuk patolojik bir kişilik örgütlenmesine giriyor. Birlikte bunun nedenselliğini yakalamaya çalışacağız. Biraz beyin fırtınası yapacağız. Ben biraz kopya çekeyim müsaade ederseniz. Hani o dalların sınıflandırıldığı şey, aşağıdakilerden beşi varsa deniyor buna self- defeating deriz. Aşağıdakilerden beşi ile karakterize genç, erişkinlik döneminde başlayan ve değişik koşullar altında ortaya çıkan, haz verici deneyimlerden sıklıkla kaçınma veya altını oyma, acı çekeceği kişi ve durumlara yönelme ve başkasının kendisine yardım etmesine engel olma vay, vay, vay. 1-Daha iyi alternatifler bulduğu zamanlarda bile kendisini hayal kırklığı, başarısızlık, yanlış duruma götürecek kişi ve durumları tercih eder. Şurada mutluluk var, başarı var, hayır illa bu tarafa gidiyor.2-Başkaların kendisine gösterdiği yardımı için ret etme veya boşa çıkarma. 3-Pozitif kişisel olayları yani yeni başarıları takiben kişi has bel kader bir şeyler başarmış,bunların ardından depresyon, suçluluk ya da sonu acıyla bitebilecek davranışlarla tepki verme. Mesela; mutlu bir şey yapar, arabayı dönüşte bir şekilde bir yere sürter, trafik kazası yapar. Haz verici fırsatları ret etme ya da kendini eğlendirme konusunda isteksizlik gösterme. Yeterince sosyal beceriye ve haz alma kapasitesi olmasına rağmen bu şekilde yapar. Yeteneği kanıtlanmış olmasına rağmen kişisel hedeflerini gerçekleştirme konusunda başarısızlık. Örneğin, öğrenci arkadaşlarına makale yazar ama kendi makalesini bitiremez ve yazamaz. Gelin başı bağlama hikâyesini biliyorsunuz değil mi, Türkiye de çok kullanılır. Kendi başını bağlayamayan, gelin başı bağlarmış. İşte bu self defeatingin bir örneği. Sürekli kendine iyi şekilde davranan insanları ret etme ya da onlara karşı ilgisiz kalma, muhataplarınca istenmeyen derecede, kendini adama davranışları sergileme. Yeter kardeşim bana bu kadar verme, beni bu kadar düşünme dersiniz. Yok ısrarla seni düşünür, kendini düşünmez, sizin iyiliğiniz için bir şeyler düşünür. Evet, bunlardan beşi varsa self defeating diyoruz. Şimdi bunun detayına girelim. Evdeyim ağabeyimle veya ablamla oturuyorum. Oynarken elim çarptı, kristal vazo masanın üzerinden küt gitti. Evin haşarısıda benim, ama has bel kader o gün ben vurmadım. On dakika sonra, yarım saat sonra, bir saat sonra anne geldi, bir baktı vazo kırılmış. Allahın belası, yine sen misin? dedi. Ben hemen suçlu bir şekilde çekildim. Onu suçlu olduğuma ikna etmeye çalışıyorum. O pozisyonu mu görünce anne saldırıyı arttırdı. Başladı dövmeye. Abla ağabeyde orada duruyor. O dayak korkusuyla sesini çıkarmıyor. Mağdur mazlumun mazoşizimidir. Bu mağdur olmanın ve mazlum olmanın getirmiş olduğu haklılıkla yediğiniz dayaktan acayip keyif alırsınız. Çünkü bir müddet sonra hakikat ortaya çıkacak, o annenizin veya sizi döven babanızın düşmüş olduğu konum inanılmaz bir zaferdir. Self- defeating hikâyesinin bir bölümü buradan başlar. Evet, mağdur ve mazlum olmak insana keyif verir. Nasıl bir keyif? Mazoşistçe bir keyif, böyle alışıla gelmiş bir keyif sistemi. Kişi bir müddet sonra kendini mağdur ve mazlum durumuna düşürecek, kötü duruma düşürecek, acıların çocuğu “size baba diyebilir miyim?” Evet, burada mağdur ve mazlumu oynama bir başka… Şimdi merceğimizi bir aile içerisine yaklaştıralım. İnsanoğlunun temel ihtiyaçları vardır; fark edilme önemsenme, sevilme ,değerli olma ve başkalarından farklı olma . Şimdi bu kulvarların ev içinde kapılmaması lazım. Eğer diğer kardeşler veya aile bu kulvarları kapmışsa, çocuk kendini ifade edecek , kendini orada diğerlerinden farklı olarak ortaya koyabilecek, fark edilecek sistemler üretmeye çalışır. Eğer çocuk aile içerisinde bir felakete düşmüşse, mesela hastalanmışsa, üst solunum yolu enfeksiyonu olabilir, ishal olabilir, vücutta alerjik bir şey olabilir veya düşer kolunu incitir, kırar, yaralanır. Ailenin aşırı ihtimamı işte, tam bu noktada ortaya çıkarsa aman tanrım dün yemek sofrasında sarı inekten sonra gelen benim sıram, şimdi bir anda önceliğe geçti. Kıymetim arttı. Bu otomatik bilinçdışı sistemlerde fark edilmenin nerede olduğunu, projektörünü yakar. Ben hastalanırsam,i ben felaketlerin çocuğu olursam o zaman fark ediliyorum ve seviliyorum. Öğrendik mi bunu. Her hastalanmamda da anne- babanın ihtimamı olağan üstü artıyor, diğer zamanlarda anne-baba fark etmiyor,problem oradadır. O zaman her zaman hastalanmak mümkün değil, o zaman ne yapacaksınız, mağdur duruma düşmeniz lazım, bir şekilde sıkıntıların çocuğu olmanız lazım. Bir şekilde iflas etmeniz lazım, bir şekilde okuldan atılmanız lazım, bir şekilde iş yerinden kovulmanız lazım. Bu durumlarda ne yaptık, mağdur olduk mu? Herkes bizim halimizi, hatırımızı sorup, bizimle ilgilenecek mi? İlgilenecek. Şİmdi bakarsınız, zekâ seviyesi, algılama becerisi inanılmaz güzeldir. Ama ne eder, ne eder sınavı kaçırır ,öğrenci ödevini zamanında veremez. Şimdi demek ki self- defeatingin bir boyutu da kişinin kendini kurban etmesi, söz konusu nedenselliğinE baktığımızda fark edilmek ve önemsenmek için öğrenmiş olduğu sistemin ömür boyu uygulanmasıdır. Bir kısım self -defeatingin nedeni bana göre yoğun haset duygusudur. Haset duygusunu zaman zaman sohbetlerimde konuştum. Haset duygusu mutluluğa ve güzelliğe tahammül edememektir. İnsanoğlunun en primitif duygularından birisidir. Bütün kutsal kitaplarda ve dinlerde en büyük günahlar olarak geçer. İnsanoğlu doğduğu zaman hasettir. Bu hasedi psikolojik terminoloji ile izah edecek olursak; bebek annnenin memesini emiyor, düşünüyor şimdi, oradan çağıl çağıl süt geliyor, o beni besliyor, bu bende yok, lanet olası nasıl onda var da, bende yok. Ben bu memeyi kesmez miyim? Ben bu memeyi tahrip etmez miyim? Ben bu memeyi yok etmez miyim? Kendi hayat kaynağı olan, onu besleyen memeye karşı duymuş olduğu yok etme arzusunun adı hasettir. Bunun bugünkü yaştaki karşılığı, komşumuzun almış olduğu lüks arabanın yanından geçerken, cebimizden çıkarmış olduğumuz ev anahtarıyla boydan boya çiziyorsak, ruhumuz buz kesiyorsa haset duyuyoruz. Yıllardır beraber olduğumuz arkadaşımızın mutlu bir evliliğini gördükten sonra, içimizden “hı böyle mutlu mutlu gezin bakalım , ama seneye ne yapacaksınız, kesin ayrılırsınız siz” diye bir duygu hissediyorsanız bunun adı hasettir. Şimdi bu haset duygusu, bütün mutluluklara döner ve bütün mutlulukları kapsar. İnsanoğlunun kendi mutluluğunu da kapsar ilginçtir. Evlatlarına haset eder, eşine haset eder, hatta hatta kendi başarılarına haset eder. Kendi coşkusunu engellemeye çalışır. Bu tip insanlar asla mutluluğa tahammül edemezler. Aile bireyleri içerisinde hafta sonu mutlu bir tablo oluştuğunda bir hafta sonu düşünün. Sabahleyin kalkmışsınız, güzel bir kahvaltı hazırlanmış, çocuklar mutlu, cıvıl cıvıl. Bir taraftan da radyoyu açmışsınız, güzel güzel şarkılar, türküler size eşlik ediyor. Güzel bir hava. İşte tam burada self- defeating haset iş başındadır. Bu aile bireylerinden birisi mesela, bir kayınvalide, mesela bir babaanne, mesela bir dede, bir amca ne eder, eder o sistemi bozar. Bir anda atom bombası düşmüş gibi o evin mutluluğunu dağıtır. Şöyle bir düşünürseniz etrafınızda aile bireylerinden birisi, bir şekilde bunu yapar. O mutluluğa tahammül edemez. Daha ötesi karı- koca arasındaki ilişkide her şey güzel giderken, o mutluluk birileri tarafından ki, iki taraftan birisi tarafından bozulur. Sen ne demek istedin ile başlayan tablo kavgaya neden olur. Bunun bir de birleşme , ayrışma süreçleri var. Ama bir kenarda tutacağım. Burada haset kısmını dillendireceğim. Ya sevgilinle berabersin, partnerinle berabersin, eşinle berabersin o coşku o kadar yükselir ki , bir yerde, içeriden o haset duygusu bu coşkuya tahammül edemez., kırar. Demek ki self- defeatingin bir boyutunda da nerede mutluluk var, nerede huzur var o mutluluğu ve huzuru bozucu sistemler otomatikman aktifleşir. Self-defeatingin üçüncü bir boyutu; diğerleri arasında var olabilmek için süper egoya hitap eden modlara girmektir. Ne demektir süper ego? Süper egonun karşılığı vicdan. Oturuyoruz şurada, Ali Bey, Ahmet Bey, Ayşe Hanım, Fatma Hanım bir şeyler söylüyor, hı öylemi, teknik konular, psikolojiyi anlatıyor, savunma düzeneğini anlatıyor, fakat Fatma Hanım kalkıyor diyor ki “benim bir torunum var, sakat gözleri görmüyor, babası çekip gitti, ceza evinde”. Şimdi bir an hepimiz duruyoruz, çünkü aramızdan birisi, bizi öyle hassas noktamızdan vuruyor ki. Bu bir karakterdir. Bu insan, her gittiği toplumda var olabilmek için, sizin vicdanınızı kanatmaya yönelik mazoşisttik konuşmalar yapar. Hiçbir şey bulamaz, her şey güzeldir, acaba bunların başına ileride bir felaket gelir mi? Eyvah, başlar ağlamaya ya dur ortada bir şey yok, fol yok yumurta yok. Hayır, self- defeating mutlu olmaz. Gelecekte olabilecek bir felaketin tellallığını bugünden yaparak gene ilgi odağı olmayı temin etmeye çalışır. Demek ki bu mazoşisttik tablo bazı insanların bireysel varoluşu için gereklidir. O insanın ağzından hayırlı hiçbir şey duymazsınız. Televizyon da güzel tiplemelerini yapıyorlar. Bu tipler hep felaket tellalı. Senin kocan seni aldatıyormuş diye başlar, filan yerde görmüşler diye başlar. Nerede bir mutluluk var orayı göçertir, kendine de yar etmez, öbürlerine de yar etmez. Self-defeatingin diğer bir kanadı şimdi sebebe yönelik kısımların nedenselliğin konuşuyorum.Farkındaysanız toplumda sevilebilmeniz için başarı olmanız lazım. Başarılı olmak demek diğerlerinin gözüne girmek için bir takım performanslar göstermeniz gerekmektedir. Bu da dizinizi ,dirseğinizi kıracaksınız, sabırla oturaksınız ve çalışacaksınız. Bu zor bir iş. Çalıştıktan sonra da başarılı olmanızın garantisi de yok, diğerleri sizi geçti mi iş bitti. O zaman bu rekabet ortamından kaçınmak için bir takım tedbirler almak zorundasınız. Bu rekabet ortamından kaçınmanın yolu nedir? Mağdur ve mazlum durumuna düşmektir. Siz sınava giderken arabanızla, sizin sınavda kaybetme riskiniz var. Ama arabayla kaza yaparsanız, bir tarafınızı da kırarsanız mağdur ve mazlum durumuna düşersiniz. Sınav hiç önemli değil, sen yeter ki sağ ve salim ol, şeklindeki destekleyici tavırlar gelir. Bir boyutunda da demek ki rekabetten kaçınmak açısından self-defeatingin kendini engellemesi vardır. Bir başka sebepsel nedene baktığımızda; ödipal çatışma dediğimiz kastrasyon ve otokastrasyon bulgularını görürüz. Özellikle erkek çocuk için rekabetçi bir dünyada tüm otoriteleri geçmek ve onların üstüne çıkma mecburiyeti vardır. Bunları geçemediği zaman değersizlik duyguları gelir, yetersizlik duyguları gelir. Olgunlaşmamış birey ve özerk olmamış bir yapıyı kast ediyorum. Olgunlaşmış, özerkleşmiş süreçlerini tamamlamamış bir yapı için böyle bir tehlike ve tehdit yok. Kendi varoluş sürecine girer, ama rekabetçi süreçlerden çıkamamış, o süreçlerde tıkanmış olan birey, her görmüş olduğu otoriteyle baş etmek ve mücadele etmek ister. Bu bir başkaldırıdır. Bu başkaldırı diğer otoriteler veya hayali güçler tarafından kendini yok etme tehdidini doğurur. İç dünyasında kişi , o tehdit karşısında kendini koruyabilmek için “onlar beni cezalandırmasında, ben kendimi cezalandırayım” diye kendi kendini kastre eder. Kendi başarısını baştan engeller. Bu da self defeatingin bence kaynaklarından bir başkasıdır. Yani her başarı onun için bir idam fermanıdır. Bu nedsenle başarı göstermemesi gerekir. Başarılarını mutlaka kendisinin kastre etmesi, engellemesi gerekir. Buna daha büyük bir bedel ödememek için, küçük bir bedelle sıyrılmak diyebilirim. Bunu bir metaforla anlatayım: Llise yıllarında okul idaresi pat diye sınıfımızı bastı ve arama yaptı. Bir tıraş kontrolü, üç numaradan yüksek saçı olan varsa kesecekler.Ardında da sigara aranacak. Tabi bizim delikanlı bir arkadaşımız vardı. Sıra ona gelince çıkardı cebinden paketi koydu, kibriti de koydu.Hocam sigarayı içiyorum dedi. Aldılar onu, tutanak tuttular, disipline gidecek. Tamam aferin dediler, delikanlıca itiraf edin, bizi zorlamayın dediler. Arada birkaç kişi de daha sigara bulundu. Onlar oralarına buralarına saklamışlar. Teneffüs oldu dedik ki arkadaşımıza, “ya nedir saklasaydın belki bulamazlardı, çantanın köşesine, koltuğuna”. “Hiç sormayın, dedi.Bende beş paket sigara vardı, bir paketle kurtardım”. Otokastrasyon böyle bir şey, beş paket sigarayı kaybetmektense, bir paketle ceza görüp, kaybetmeyi tercih etmedir. Bu ödipal çatışmanın uzantısı olarak self- defeating de nasıl şekillenir onu anlatmak istedim. Bir de bireyselleşme ve özerkleşme kavramı içerisinde self defeating vardır. Bu nedir? Bu da Masterson kuramı dediğimiz kuramdan gelir. Masterson diyor ki; anne ile çocuk arasındaki ilişki de, bebeklik döneminde özellikle üç yaşına kadar olan süre içerisinde anne, çocuğunu bırakamaz. Bazı anneler için çocuğu yaşam felsefesidir, varoluş nedenidir. Çocuğunu nasıl bırakamaz? Çocuğun sevgisinin yirmi dört saat kendisine odaklanmasını ister. Bir başka şeyi sevdiğinde, bir başka şeye yöneldiğinde annenin yüreği kanar. Dolayısıyla çocuğun sevgisinin ve ilgisinin hep kendi üzerinde olmasını ister. İşte bu duyguları devam ettirebilmek içindeçocuk anneye her yöneldiğinde, koşullu refleks gibi, bir köpeği şartlandırma gibi annenin yüzünde tebessümler ve sevgi şelaleleri akar. Ne zaman çocuk annesinden yüzünü çevirir de bir başkasına ilgi göstermeye çalışır, anneden uzaklaşmaya çalışırsa annenin yüzünde asık bir surat, sevgi şelaleleri kesilen, elektriği ve jeneratörü kesilen mendebur bir surat ortaya çıkar. Çocuk buna on saniye dayanamaz ve döner gelir. Bu çocuk anneye bağımlı çocuktur. Anneye bağımlı çocuk annenin kucağında çok mutlu olur. Ama içsel fıtratımıza uygun değildir. Fıtratımız, yaratılışımız ayrı bir birey olma konusunda bizi zorlar. Ruhsal bir doğum gibi anneden ayrışmayı zorla. Çünkü biz anneyle beraber kaldığımızda, annenin kucağında cenneti bulduğumuzda bir müddet sonra boğulma duygusu yaşarız. Bunun en basit örneğini arkadaşlara gösteriyorum, hoş geldiniz diyorum, elini tutuyorum. İşte hoş geldinizden sonra el bırakılır, ben bırakmıyorum. “Ya hocam”, “ gözlerine bakıyorum ne var, ne yok diyorum”, hala elini tutuyor ve bırakmıyorum, hala bırakmıyorum, hala bırakmıyorum. “Ne hissediyorsun?” “Boğulma ve esaret duygusu hissediyorum” diyor. Düşünün, ben karşıdaki erişkin bir insanın sadece elini bir dakika veya bir buçuk dakika tutuğum zaman hissettiği duygu boğulma duygusudur. Veya yeğenlerimi kucağıma alıyorum, sevgiyle geliyorlar, asılıyorlar tutuyorum . Ama o tutmayı birazcık sıkıyorum, önce bir tedirgin oluyor, bir on saniye ne oluyor diyor, ondan sonra itmeye başlıyor. Yine ben gevşetmiyorum, gevşetmediğim andan itibaren büyük bir öfkeyle bir boğulma duygusuyla kaçmak istiyor. Bu böyle bir duygu. İşte bu boğulma duygusu nedeniyle çocuk tekrardan kaçar. Kaçmasıyla beraber annenin sevgisi ne olur, yüz düşer, maske, sevgi gitmez ve çocuk yine elektriksiz kalır gelir. Yani biteviye gidip gelen bir yapı. Burada şu duygu oluşur. Ben ne zaman ki özerkliğe doğru anneden ayrışmaya doğru, uzağa doğru gidiyorum, sevgi eksiliyor. Bu özgürlük demek, belanı bulmak demektir. Sevgiyi kaybetmek demektir. Bağımsız hareket etmek demek cennetten kovulma demektir. Sakın ha bağımsız hareket etme annenin etrafında peyk olarak dolan. Self -defeatinge maddelerden birisisi neydi? Bir başarı gösterdiği zaman has bel kader suçluluk duygusu, depresyon veya dönüşte trafik kazası geçirmeydi. Başarı ne demektir?Başarı bağımsız ve özerk bir hareket yapmak demektir, anneden ayrılma demektir. Çünkü bu başarı annenin komutasında yapılmaz,başarı bir eylemle yapılır. Eylemin yaratıcı ve yapıcısı sensin. Dolayısıyla bu özerklik demektir, bağımsızlık bildirgesi demektir, anneye rağmen ben var olacağım demektir. İşte, hayatımızın belirli evrelerinde anneden hala ayrışamamışsak, annemizin yerini alacak, anne yerini alacak bir sürü yeni şey icat ederiz. Bunun adı bir kurum olabilir. Bir arkadaşımız askerdi, annesi yerine askeriyeyi şemsiye olarak almıştı. Askeriyenin içersinde hem boğuluyordu, hem ayrılamıyorir personeldi. Ne zaman ki askeriyeden ayrılıp, bağımsız hareket edebilme becerisini kazandı, anneyle bağını kopardı yani manevi anneyle. Bazen bu bir kurum olabiliyor, bazen bir eş olabiliyor, bazen bir arkadaş olabiliyor, bazen bir meslek olabiliyor, annenin yerini her şey doldurabilir. Burada özerk ver bağımsız hareket ettiğinde kişi suçluluk duyuyorsa, bunu çevrenize soruni,vicdanınıza sorun her güzel şey olduğunda bir suçluluk duyuyor. Bunu ben hak etmemişim gibi veya başıma felakete gelecekmiş gibi bir his. Ev almışınız, araba almışınız, okulu bitirmişiniz, diploma almışınız evlenmişiniz, çocuğunuz olmuş, yüreğinizde bir burulma hissedersiniz. Bu burulma bağımsız, özerk hareketinizin bedeli olarak gelecek. Çünkü anne sevgisini kesmişti, elektriğini vermemişti. İşte, birey her türlü bağımsızlık hareketi karşısında suçluluk duygusu hisseder. Suçluluk duygusu ve kendini cezalandırmak zorundadır. Self- defeatingin diğer bir kaynağını da burada görüyoruz. Self- defeatingin nedenselliğine girdiğimizde bir sürü faktörlere bağlı olarak, bu kimlik örüntüsünün hayatımızda şekillendirildiğini görüyoruz. Peki, self defeatingin bizim toplumumuzda bir başka versiyonunu , belki yurtdışında veya modern ülkelerde bu versiyonu olmayabilir ama bu versiyonunu görelim. Annelerimiz , canlarımız, bizi var edenler geleneksel toplum yapısı içerisinde özerkleşememiş bağımsız, bir birey olamamış, erkek egemen bir toplumun gölgesinde kalmış, gizli kapaklı ve üstü örtük varoluş alanları yaratmış bir yapı. Hep hayatını ertelemiş ve ötelemiştir. İstediklerini hiçbir zaman yapamamıştır. Normlar buna izin vermemektedir. Bunun tek çıkış yolu vardır. Doğuracağı çocuklarını istediği şekilde forma sokabilirse, kendi yaşayamadığı hayatlarını onların yaşamasını sağlarsa, işte kaybettiği hayatı tekrardan kazanabilir. Bunun için anne ne yapar? Yemez yedirir, içmez içirir, giymez giydirir. Gömleğini satar, onu okutur. Sabahlara kadar başında nöbet bekler. Bu iyi bir anne değildir. Bu kötü bir annedir. Niye kötü bir annedir? Buradan böyle bir sual geldi ki, yüzüme şamar gibi bir tokat attı benim. Ben hemen savunmaya geçeceğim. Uçağa bindiniz, uçakta anons yapıyorlar.İşte, hava basıncı düşerde, oksijen maskesine ihtiyaç duyarsanız önce kendi maskesini takın, ardından yanınızdaki bebeğinizin, çocuğunuzun maskesini takmaya yardımcı olun. Bu ne demek şimdi? Benim canım, ciğerimden önce, ben kendi hayatımı mı kurtaracağım? Şu rezil deyyuslara bak, ben maskemi takacağım, canımı kurtaracağım, çocuğum orada ölecek. Olmaz kardeşim, ben önce çocuğuma maskeyi takarım. Mantık böyle geliyor. Orada oksijensiz kaldığı süre içerisinde, beyinde oksijen olmadığı için o çocuğa maskeyi takamazsın, taktın velev ki, senin zihinsel konfizyonun ve karmaşanla sen bir anda bayıldın ve gittin. Çocuk orada o maskeyle ne yapacak? Eğer sen kendi maskeni özerk olarak takar, sistemi belirleyen kontrol kaptanı olarak makineye hâkim olursan, ondan sonra yanındakilere yardım edebilirsin. Bunun Türkçesi ve tercümesi bir anne olarak özerk bir birey olamamışsan, kendini var edememişsen, özerkliğin ve varoluşun ne demek olduğunu bilmiyorsan, çocuğuna maske takmak gibi yaptığın şey hatalı ve yanlıştır. Çocukta kendi olamayacaktır. Orada şimdi yüz düzeldi mi? Düzeldi.Peki, kendimizi affettirdik. Şimdi burada demek ki, bizim annelerimiz yaşayamadığı hayatlarını kızlarında ve oğullarında yaşarlar. Hatta babalarımız öyle fedakârlıklar, öyle fedakârlıklar yaparlar ki ben, çok anne baba görüyorum, çocuğunu okutmak için kuruş kuruş para biriktiriyor, cidden yemiyorlar, içmiyorlar ama çocuğun hayatına o kadar müdahil, o kadar şekil ve form veriyorlar ki, çocuğun hangi mesleğe gideceğini, ne yapacağını, nasıl bir kimlik ve kişilik kazanacağını, kiminle evleneceği, nasıl bir evlilik yapacağını, evlilik merasiminin nasıl şekilleneceğini, kaç çocuk doğuracağını, o çocukların nerede okuyacağını, hangi şehirde yerleşeceğini, kendisinin evine olan uzaklığının kaç metre olması gerektiğine kadar onun hayatını o belirliyor. Biraz önce ki Masterson kuramında olduğu gibi, çocuğu zaten öyle bağımlı yetiştirdi ki çocuğun ayrı bir birey olarak kendini var etmesi mümkün değil, annenin gözüne bakıyor, babanın gözüne bakıyor. Şimdi ola ki bu çocuk, bir terapiste gitti veya hayat şartları onları özerk ve bağımsız bir birey olmaya getirdiğinde, anne şunu söyleyecek “nankör, sütüm haram olsun sana, yemedim yedirdim” bunları çok duyuyoruz, çok karşımıza geliyor, içmedim, içirdim. Şimdi terapi odasına alıyoruz oğlumuzu, vs., bir anneni de getir. “Olmaz doktor bey”, falan filan var, orada karanlık bir bölge var, görmem lazım. Ben geldim, ben doktorum, mühendisim, avukatım işte derdim. Bir anneni göreyim diyorum. Bir anneni, babanı, hayatta kim varsa geliyor. Anne geliyor, başlıyor yemedim yedirdim, içmedim içirdim, sabahlara kadar uyumadım, bu ders çalışıyordu, ben ders çalışması engellenmesin diye, meyvesini yaptım, çayını yaptım, odamın kaloriferini kıstım, onun odasını açtım. Bak on yıldır aynı paltoyu giyiyorum, her yıl paltosunu yeniledim, sadece okusun ama okudu, şu nankörlüğe bak, dönüp bize bakmıyor. Terazinin kefesine koyun. Peki biz karşılıksız sevgiyi nereye koyacağız. Sevmeyi nereye koyacak, gerçek sevgiyi. Her şey böyle kapitalist sistemde terazinin kefelerine mi koyacağız. Yok, burada da görüyoruz ki birileri hayatlarını yaşayamamışsa, çocuklarının veya öbürlerinin üzerinden hayatlarını yaşamaya çalışıyorlar. Bunun içinde saçlarını süpürge yapıyorlar, kendilerini heder ediyorlar. Burada ben gerçekten özerk bir birey olarak bağımsız anne ve babaları tenzih ederek, evlatları için karşılıksız sevgiyi, evlatlarda aileleri için karşılıksız sevgiyi kutsuyor ve bir tarafa bırakıyorum. Kast ettiğim şey o değil, kast ettiğim şey bireysel hayatlarını yaşayamamış olan insanların evlatları üzerinden hayat sömürücülüğü ve tacirliği yapmalarıdır. Bizim ülkemizde çok fazla, bunu din adına yapıyorlar, vicdan adına yapıyorlar, gelenek ve görenekler, adetler ve töre adına yapıyorlar. Hayır, gerçek sevgi evladının mutluluğundan keyif almaktır. Uzakta da olsa, öbür tarafta da olsa o var olabiliyor, mutlu olabiliyorsa, o mutluluğu içine sindirmek ve onun mutluluğundan keyif alabilme halidir. Bunun adı şükran duygusudur. Sen şekil veremediğin için, senin istemediğin kızla, oğlanla evlendi diye, sana gerekli desteği, motivasyonu vermedi diye satıyorsanız. Bunun adı koşullu sevgidir. Evet demek ki, self- defeatingin bizim toplumumuzda görünen parçalarından bir tanesi de kendi hayatlarını yaşayamayan bireylerin çocukları üzeriden yaşamaya çalışması, onlar için kendilerini heder ve kurban etmeleridir. Burada hem mağduru oynuyorlar, hem mazlumu oynuyorlar, hem de bir güçle toplumundaki gelenek, kültür, değer yargılarını da arkalarına alarak, o sistemi kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna bir evlat olarak dayanmak çok zor. Bir de değer yargılarınız, inanç sisteminiz varsa yandınız . Çünkü arkasına Allah’ı ,kutsal değerleri alarak geliyor ama yaptığı şey sadece bir zulümdür. O da kendi anne- babasından görmüş olduğu patolojik zinciri devam ettirmesidir. Tabi, bu sistemleri aklileştirmek için çok mekanizmalar bulabilirim. Bulmak isteyen arkadaşlara da yardımcı olurum. Ama mızrak çuvala sığmaz. Self -defeatingin bir başka nedenselliği, bunu da sıkça görüyoruz. Kendi başını bağlayamayan gelin başı bağlar diyor. Bazı kimlikler vardır ki, kendileri hayatı yaşayamazlar, yaşamakta risk vardır, rekabet vardır, kaybetmek vardır, dışlanmak vardır, sevilmemek vardır, bir sürü şey vardır. Bu risklere hiç girmeden etrafındaki insanlara yardım etmekten büyük keyif alırlar. Kendilerini onlar için heder ve kurban ederler. O kadar yardım severdiler ki, o kadar koştururlar ki bu self -defeatinglerin bir kısmı, kendi yaşayamadıkları hayatı etrafında görmüş olduklarını tamir ederek yaparlar. Onları motive ederek, yaparlar, onların ihtiyaçlarını gidererek yaparlar. Mahallede vardır birileri, herkesin mobilyasını tamir eden Ahmet amca, herkesin mantı partisine yetişen Leyla teyze , Leyla teyze joker elamandır, nereye çağrılırsa gider, temizliğe gider, mantı partisine gider, hep mutfaktadır. Arka plandadır, ortada hiç göremezsiniz onu, hep çalışır, hep sevilir. Veya Leyla teyze. Burs alınacak delikanlıların bursu için Leyla teyze fellik fellik vakıfları dolanır, holdingleri dolanır, zenginleri dolanır, kamu kurumlarını dolanır. Komşunun oğluna burs alınacak, o üniversite okuyacak. Resmi dairede bir probleminiz mi var. Leyla teyze veya Ahmet Bey self- defeating kendini kurban eder. Ama evindeki altı aydır yukarıdaki ampulü değişmemiştir. Self -defeatingin başka bir nedenselliğinin oluşturulduğu boyut, kendisini ideolojisi için veya cemaati için adamaktır. Bakın sistem nerelere gidiyor aman tanrım. Bireysel varoluşunu gerçekleştiremeyen, bireysel sorumluluğunu alamayan, ideolojik anlamda veya dini anlamda. İdeolojik anlamda alırsan yanlız başına bir davayı sürükleyemeyen götüremeyen; dini mana da alırsan tanrıya karşı tek bir kul olup, onunla arasındaki hesabı özel yapamayan bireyler, kendi bireysel sorumluluklarından kaçınarak, bu sorumluluk duygusunu cemaate atarlar. Cemaat lideri veya örgüt lideri veya ideolojideki bezirgân başı ne emrederse onu yapar. Burada ne olur? Kararı veren biz değiliz, sorumluluğu alan biz değiliz, sonuçlarından pozitif veya negatif etkilenecek biz değiliz. Biz o kadar yüce bir dava üzerine kendimizi feda ettik ki, kahramanız. O cemaatin, o örgütün içinde de siz kutsanıyorsanız mesele yok. Ama hayatınız gitmiş, mahvolmuşunuz, hiçbir önemi yok. Burada da yine başka bir patoloji var. Bu, tabi tumturaklı cümlelerle, bir takım kutsal laflarla, bu tip davranış modelleri hoş görülebilir mi? Hayır. Bu o insanın acziyetinden ve zavallılığından, patolojik örgütlenmelerinden meydana gelen bir şey. Özerk insan ne yapar? Özerk insan rasyonel düşünür, karar verir, doğruları, yanlışları kafasına göre tartar, kendi mizanı vardır. Kendi ölçüm sistemi vardır. Benim ölçüm, sistemime göre falan, görüş uygundur. Ben o görüşün taraftarıyım, mensubuyum. Bunu rahatlıkla, gönül ferahlığı ile söyler ve bunu da her yerde tartışabilir. Ama falan cemaat, filan örgüt, falan ideoloji yamuk bir şey yaptığında kendi mizanında tartar. Bu, olmadı, burası yanlış der. Körlemesine bir gidiş yoktur. Kendi bireysel özerk tartma aletleri vardır, iç dünyasında “şunlar şunlar iyi ama, şunlar şunlar tutmadı” diyebilir. Bunu diyebiliyorsa bu insan özerk ve saygındır. Evet demek ki, self- defeatingin bir başka boyutunda da sorumluluk duygusundan kaçmak, özerk olmamak için kendimizi bir gruba, bir cemaate adamak ve kendi hayatımızdan vazgeçmekvardır. Bu tip insanları, özellikle dini grup, cemaat ve parti veya ideolojilerin içerisine giderseniz, yirmi yıldır orada hizmet eden, çay dolduran insanlar görürsünüz, sağdan sola yelpazenin her yerinde adanmış hayatlar, ama bunlar hastalıklı ve patolojik hayatlardır. Eğri oturup doğru konuşalım, bunlar kutsal falan değildir. Bunlar zavallı ve aciz yapıların sığınma yerleridir. Bireysel özerkliğimizi ve özgürlüğümüzü, düşünce hürriyetimizi vermediğimizden kaynaklanır. Bir insan her şeyi, her şekilde düşünemiyorsa, bir insan her şeyi, her şekilde irdeleyemiyorsa zihninde kalıplar ve kutsallar varsa , bu insan asla özgür ve özerk insan olamaz. Böyle bir insanla muhatap olamaz. Çünkü o köle onun zihninde şemalar ve şablonlar var. Self -defeatingin bir başka versiyonuna girelim. Burada da Arzu ablamız diyelim. Arzu ablamız şirkete giriyor, ay ablacım hoş geldin. herkes e büyük bir sevgiyle Arzu ablamızı kutsuyor. Şirkette Arzu ablamızı herkes seviyor. Dedim, Arzu seni neden seviyorlar, bana bir söylesene. Bilmiyorum, beni seviyorlar diyor. Bir anlat bakayım ne yapıyorsun. Diyor, ben problem çıkarmam, burada muhasebe müdürüyüm, insanların gözüne bakarım, kimim rahatsız olduğunu anlarım, gel gel senin paraya ihtiyacın var, al şu avansı önümüzdeki ay kapatırız. Akşam mesai de birilerinin işleri yetişmez, dosyaları ben burada sekize kadar kalır dosyaları hallederim. Çaycı bazen yorgun olur , çay getiremez ben bazen gider çayı kendim alırım. Söküğü olanın söküğünü diker, yemeği eksik olanın yemeğini yapar. Problemi olanların hataların kapatır. Ablamı bende severim tabi. Ama Arzu ablam böyle güllük gülistanlıkken, günün birinde başına bir iş geldi. O işten dolayı da bana geldi. Komşusuna veriyor, dolmalar götürüyor, sarmalar götürüyor. Arzu ablamın biraz obsesif tarafı var. Kontrolcü tarafı var. Komşunun kapısı cızır cızır dıyor. Olur ya cııırt cıııırt diye gelir açılır, belirli bir saatte banyo kapısı , üçüncü katta duyulur. Komşuya varıyor, yanında dolması, sarması var mı bilmiyorum, hadi olsun. Komşu Ayşe Hanım nasılsınız iyiyim. Ya sizsin şu kapınız cızırdıyor, yağ getirdim yağdanlıkta iki damla yağ damlatsak. Benim kapımdan sana ne kaltak. Çat kapıyı kapıyor, elinde kalıyor. Hayattaki ilk travması. Şok anlayamıyor ve eve geliyor başlıyor ağlamaya. Bu sefer duymadığı kapı seslerini de duyuyor, bütün kapıların açılmasını yan dairelerin hepsini duyuyor. Ve sabahlara kadar uyuyamıyor. Yemeden içmeden kesiliyor, depresyona giriyor. Bir sefer tekrar iletişim kurmaya çalışıyor, daha büyük kavga çıkıyor. O yumuşak ve kadife kimliğin arkasındaki çelik bilye harekete geçiyor. Plan yapıyor, nasıl öldürürüm, nasıl kıyma makinesi ile doğrarım. Bu kadar müşvik arzu ablamız, oldu bir katil. Doktor bey bir şeyler yanlış gidiyor, bana yardım et, uykudan kesildim, yemeden içmeden kesildim. Biz bunlara verici narsisist diyoruz. Narsisizm, değersizlik çekirdeğinde sahte bir kendilikle öbürlerine iyi görünme ihtiyacında olan insanlardır. Narsisistler temelde sevilmediklerine inanırlar, sevilebilmek için öbürlerinin hayranlığını toplamak zorundadırlar. Ya bunu başarılarıyla, makamlarıyla, mevkileriyle, arabalarıyla, şanlarıyla, şöhretleriyle, paralarıyla yaparlar veya bizim Arzu ablamız gibi gariban bir insansa böyle etrafa dolmalar, sarmalar götürerek ihtiyaçlarını karşılayarak yaparlar. Verici narsisistler, diğerleri beni incitmesin diye onların ihtiyaçlarını bir bakışta hisseder ve görür ve onlara yardımcı olmaya çalışır. Bunlar da kendi hayatlarını yaşamadan önce, öbürleri önceliklidir. Onlsrın ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Bu da demek ki vericiliğin bir başka kaynağı. Demek ki her veren insan şükran ve şefkatle vermiyor, kendi bireysel patolojileri kapatmak için veriyor. Onun damarına girdiğiniz noktada da böyle zıplatırsın. Vaktimiz çok sınırlı kaldı. Pasif agresife geçemedim. Saat yedi buçuk değil mi? Peki ben self defeatingi burada bırakayım. Yeteri kadar bir tablo, etrafta amcalardan dayılardan kuzenlerden birilerini bulduk kafamızda, varıp hııım sen böyleymişsin, diyeceğiz veya kendimizden bulduk. Bunların panzehiri nedir. Panzehiri söyleyeyim de pasif agresife öyle gideyim. Bir; özerk olacaksınız, referans noktanız kendinizle başlayacak, kendiniz ile bitecek. İçselleştireceksiniz kararları veren siz olacaksınız. Özerk danışabilirsiniz, fikir alabilirsiniz, istişare edebilirsiniz, okuyabilirsiniz, yüzlerce yapabilirsiniz ama karar mercii sizsiniz. Özerk bir kişisiniz. İkincisi İç odaklı olmak; el âlem ne der diye, üçüncü kişinin bakışlarıyla olayları incelemeyeceksiniz, doğrumu yaptım, yanlış mı yaptım. Benim içimdeki coşku beni nereye götürüyor? Neyi yaparsam ben keyif alırım, diye içinize soracaksınız. Ben filan yere gidiyorum, nasıl görüneceğim, orada nasıl konuşacağım, beni beğenecekler mi beğenmeyecekler mi? diye düşünüyorsanız öldünüz. Bize göre öldünüz ama ben nasıl orada kendimi iyi hissederim, kendimi nasıl var ederim duygusuyla ,kendinize hoş gelen ve güzel gelen şeyi yapabilecek kadar iç odaklıysanız sizi tebrik ederim. Üçüncü panzehir; ben bu işleri yaptıktan sonra yaşamaya başlayacağım. Bir emekli olayım , balığa çıkacağım, şurayı gezmeye gideceğim, bir hafta sonu olsun bakacağım. Bir akşam olsun. Yapmayın. Ne akşama garantiniz var, ne hafta sonuna, ne de emekliliğe, şu anda yapmak istediğiniz işi yapın. Yani süreçten keyif alın. Eğer yaptığınız işten memnun değilseniz, yapmayın terk edin. Efendim para bulamayız, zengin olamayız. Sonuç odaklı ,dış odaklı, el âleme göre değil, sen ne yapmak istiyorsun, gönlünün istediği şey dağ başına gidip yaşamak mı, yaşa kardeşim domates yetiştir. Ama param olmayacak, para dış odaklı olay. Eğer paran olmak istiyorsa git zengin ol, dünyanın en büyük zengini ol, ona karşı değiliz, içinden geleni yap. Bilim mi yapmak istiyorsun, en kralını yap ama el âlem bana büyük bilim adamı desin diye yapma bunu. Başkalarına odaklı yapma ve yaptığın şeyin her anından keyif al. O zaman ne yapıyorsun sevdiğin işi yaptığın için ömür boyu yorulmuş olmuyorsun. Her an hobidesin ve her an tatildesin. Efendim gerçekliğe uyar mı, uymaz mı? İyi düşünürseniz çok rahat uydurursunuz. Bir insanın içten isteyip de yapamayacağı hiçbir şey yoktur. İçten, yürekten, iman ederek istediği yapamayacağı bir şey yoktur. Onu yapma yolundaki süreçten keyif alması, inanılmaz coşkulu hale getirir. Ya ben yazar olacağım, diyor yazıyor. Yazarken zaten yazar olmanın keyfi ile yazıyor. Yazar olsa ne, yazar olmasa ne yazar, zaten yazar. Her olay böyle ama kafalarımız sonuca odaklı, dış odaklı, el âleme odaklıysa bunları anlayamayız. Anlam içinde epeyce ekmek yememiz gerekir. Dilerim en kısa sürede anlarız veya anlamışızdır, bana da anlatırsınız. Panzehiri de söyledik mi, ben buna, üçlü sacayağı diyorum. Eskiler bunu şöyle anlatırlardı. Litera yayınevinden yeni bir kitap çıktı, ben uzun yıllardır peşine düştüğüm bir şeydi. Ahlakı Nasir-i, Nasrettin Tusi’nin kitabı, ilk psikoloji kitabıdır, Türklerin ilk ahlak kitabıdır. Ve orada biyo psiko- sosyal modelde psikoterapi teknikleri, bin yıl önce nasıl yapılıyor onu anlatır. İlgi duyanlar okusunlar. Nasrettin Tusi’nin Ahlakı Nasir-i Litera yayınevinden çıktı, yeni çıktı. İnsanda iki temel dürtü var, haz dürtüsü, saldırganlık dürtüsü bütün canlılarda var. İnsanı diğer canlılardan ayıran özellikte bilgisi ve düşünce kabiliyeti ,düşünebilmesi ve idrak edebilmesi. Kitap da der ki; o saldırganlık dürtüsünü öfkenizi şecaate ,cinsel dürtü veya haz dürtüsünü iffete, bilginizi de hikmete dönüştürebilirseniz siz kendinize karşı adil insansınız, adaletlisiniz. Eğer bunları yapamıyorsanız, kendinize karşı zalimsiniz ve zalim insansınız. Neye karşı zalim bak, diğer insanı katmıyor, toplumu katmıyor. Siz kendinize karşı adil misiniz, zalim misiniz? Burada kast ettiği şey şu; saldırganlık dürtüsü kendinizi korumak için verilmiş olan bir dürtüdür. Saldırganlık dürtüsünün kullanılması gereken yer vardır. Malınızı, namusunuzu, ırzınızı, haysiyetinizi ve şerefinizi korumak için ölüme gidebilme cesaretidir. Bunun adı şecaattir. Şecaatın terminolojideki karşılığı, insanın ölmesi gereken yerde ölme gücüdür. Bunu, göğüsleyebilme becerisidir. Kahraman desinler diye ölüyorsanız bunun adı şecaat değildir. Korkak ve ürkekseniz , adil bir insan değilsiniz, onurlu bir yaşantınız olamaz. Haz dediğimizi temel libido enerjisi ise bir keyif enerjisidir. Bu keyif enerjisi hedonistçe her yerde tatmin edilirse, bu hayvanlarda da olan bir şeydir. Anlatabildim mi, o enerjiyi estetik kaygılarla, yaratıcı zekânızla, iffet haline dönüştürebiliyorsanız, iffet bugün namus anlamında kullanılıyor, iffet burada farklı anlamda, iffetin özelliği bize verilmiş olan libidinal enerjiyi doğru yerde, sağlıklı olarak kullanabilme becerisidir. Üretkenlikte, sanatta, edebiyatta çalışkanlıkta, bilimde, annelikte ,babalıkta, işçilikte, işverenlikte bu enerjiyi sizin varoluşunuz için doğru yerde kullanabilme becerisidir ve cinsellikte. Bunu kullandığınızda bunun adı iffet oluyor. Demek ki, o saldırganlığı şecaat haline, dürtüsel libidinal yapımızı iffete dönüştürebiliyorsak hayvanlardan farklılaşıyoruz. Geriye kalıyor düşünce olarak insan bilgiyi alan, düşünebilen ve idrak edebilen ve evrene tek şekil verebilecek olan yapıdır. Tabiat güçlerini kontrol edebilecek tek yapıdır. Orada ya kaderci bir anlayışla tanrının işine karışılmaz diye bilgiyi kullanmamak veya bilgiye sahip olduktan sonra ben tanrıyım, her yeri dümdüz ederim diye haddi aşmak. Bu ikisinin arasında bilgiyi bir hikmet faktörü, bilge insan ve erdemli insan olmak için kullanabiliyorsan insan olmanın sacayağı şecaat, iffet ve hikmette, üçü dengeli basar. Dengeli basıyorsa bir yapı, bu insana adil insan denir, adaletli insan denir. Adalet kavramı da buradan gelir. Bunun tersine hareket ediyorsa, bu insan zalimdir, kendisine zulmetmektedir. Şimdi, o kitapta bunun detaylarını görürsünüz. O kitabın orjinalide eski Yunan’a dayanır. Aristo’ya, Eflatun’a Sokrat’a gider. Böyle dünya bilimde evrenseldir. Bakma işte biz, biz oyuz, biz bucuyuz. Hayır, bilim evrenseldir ve mütekabilliği ve tekâmülü nesilden nesile zama zaman batı dünyasında, zaman zaman doğu dünyasında geçişler olur. Herkes bunu ayrı ayrı üretmiş değildir, tuğla taşları gibi bir binanın örülmesi gibidir. Evrensel insanda bilimin bütün bu verilerine sahip çıkar. Böyle bir yapı. Gelelim pasif-agresif yapıya. Bende pasif- agresiflik yapıyorum, bir türlü geçemiyorum. Hep geçeceğim der pasif agresifler ama bir türlü geçemezler. Konuşmacı: Devam edelim efendim, teşekkür ederiz. Tahir ÖZAKKAŞ: Öyle mi? Biraz süslendireyim hadi. Bir pasif agresif hastama sordum ne yapıyorsun?, dedim. “Hocanın odasına gidiyorum” dedi. Üniversitede çok kalender meşrep bir hoca. Öğrenci pasif –agresif kitabını yazar, öldürüyor adamı, en çok psikoterapi seanslarında bizi sıkan hastalar pasif agresiflerdir, bizi daraltır, mahvederler. “Ne yapıyorsun” dedim. “Hocanın odasına gidiyorum, hoş geldin, diyor. Hoş bulduk diyorum, oraya oturuyorum” diyor. “İyi güzel otur.” “Oturuyorum”, diyor, başka, “yine oturuyorum” diyor, başka “yine oturuyorum.” Ne zamana kadar? Mesai bitiyor. Sabah dokuzda varıyor. Hoca oturuyor, hoca kalender meşrep olduğu için kovamıyor bunu. Çocukta kafayı kırıyor ortada oturuyor. Onu daralması ve bunaltması öyle bir keyif veriyor ki gelenler oluyor, gidenler oluyor, hoca ayağa kalkıyor, bu hiç tınmıyor oturuyor. Ve akşam vakti geliyor mesai bitiyor. Hoca, buna istersen kalkalım diyor. Birinci pasif -agresif örneği bu. Yani öbürünü çileden çıkarıyor ama hiçbir şey yapmaz oturuyor, gördüğünüz gibi. Siz saygın bir bilim adamısınız, öğrencilere hürmet ettiğiniz iddiasındasınız, bu iddia olan bir öğretim üyesinin odasına böyle nazik, kibar bir delikanlı varıyor, kafasını yıkarak, kibar kibar oturuyor. Ama hocanın yaşadığı cehennem azabını ben düşünemiyorum. Bir delikanlı tedaviye başladı. Tedaviye ailesi getirdi ve adam et dedi. Başladık seansa. Adın, dedim. Adın. Adın ben ne kadar sesimi yükseltsem o kadar düşürüyor, duymuyorum. Fakat cevabı vermesi iki dakika alıyor. Kulağımı yaklaştırdım falan, sonra adını öğrendim. Soru soruyorum, memleketin nere, demografik bilgileri yazacağım. Cevap çıkmıyor, böyle oturuyor karşımda. Otur desen, üç gün oturur, üç gün kalkmaz, hiç itiraz etmiyor. Ya ben bununla nasıl konuşacağım. Konuşmuyorsun, diyorum. Konuşmuyorum, değil mi hocam. Konuşman lazım. Konuşmam lazım değil mi hocam? Çok kötüsün, çok kötüyüm değil mi hocam? Hiçbir şeye direndiği yok. Baktım memleketi Kayseri, benim de hemşerim olur. Bunun damarını bulmam lazım. Ben video kayıt sistemi ile çalışıyorum, terapilerde çıkardım videoyu, seans bitti, dedim. İçeriye geç, konuşmuşun, vizite ücretini hesapla, kelimen kaç liraya geliyor dedim. Bir kelimenin maliyeti sana kaç geliyor? Dedim. Ben burada otururum, paramı da alırım ama ne kadar çok konuşursan o kadar çok kar edersin. Ertesi seans konuşmaya başladı. Daha sonra çok çok öğrendi sistemi, terapi seansları ve grup terapileri oluyor. Sabah seansa geliyor, bireysel terapiye geliyor. Hocam diyor, ücreti ödemem, akşam ki gruba girelim, grup bitsin bakalım hak ediyor musun? Pasif- agresif böyle kullanmaya başladı. Pasif -agresif otorite ile gizli bir savaş içindedir. Otorite ile gizli bir savaş içindedir, otoriteye baş kaldırmak ister fakat bu başkaldırmayı beceremez korkar. Çünkü baş kaldırdığı zaman o otorite konumundaki insanların sevgisine ve ilgisinede ihtiyacı var. O sevgi ve ilgiyi kaybedeceği korkusuyla sistemin ortasında durur. Öteleyebildiği kadar kendine verilmiş tüm sorumlulukları öteler. Bunları genellikle elektrik idarelerinin önünde görürüz. Telefon idarelerinin önünde görürüz. Su idarelerinin önünde görürüz. Neden? Bunlar faturalarını yatırmadıkları için, elektrikleri, suları ve telefonları kapalıdır. Hanımı yalvarır, faturanın son günü, şu da para, sabah sekizde uğurlar. Bu kaçıncı kez olmuştur ama bu sefer kesin yapacağım der. Atamam kesin yatıracağım der. Gariban hanımda yirmi yedinci kez hala aynı hikâyeye aldanır, parayı onun cebine kor. Ama yatmaz, akşam gelir güle oynaya. Hanımın aklındaki ilk şey elektrik faturasını yatırdın mı? Eyvah unuttum, nasıl oldu unuttum. Valla buradan çıkarken çok samimiyim elektrik idaresinin oraya gidiyordum, aklıma Ali Bey geldi, şuradan bir uğrayayım dedim Ali beyin oraya bir takılmışız, bir takılmışız. Bu saate kadar oradaydık. Sizden çok dövünmeye başlar. Sizden çok üzülmeye başlar. Ya ben ne kadar adi adamım, ben ne kadar kötü adamım, faturayı gene kapatamadık, gene kapatacaklar. Ağzınızın hakkıyla da kızamazsınız. Sizden çok kendisine o kızar. Benim yeğenim vardı. Aramızda yok değil mi? Yanımda çalışıyordu, bir ara hafif böyle pasif- agresif tavırları vardı. Her yaptığım eylemde eylemi nasıl sabote edecek, önceden plan yapıyordum biraz da belki egzersiz yapıyordum. Evim ile muayenem arası dört yüz, beş yüz metre, Erenköy Katarcı Durağı, Göztepe Ömerpaşa. Eve bir paket gidecek. Yeğenime dedim “şu arabanın anahtarı, şu paketi eve götür”. Fakat arabanın muayenesi geçti, vakit bulupda bir muayene yaptıramadım. Polis arkadaşlar bazen çeviriyorlar, doktoruz diyince bize müsamaha gösteriyorlar, bizde uygun bir zamanda bu muayeneyi yaptırmaya çalışıyoruz. Fakat bu arabayı yeğene verince dedim, şu ara sokaktan git, trafikle muhatap olma, eve paketi bırak ve gel. Biz öyle dememişiz, sen ana caddeye çık, minibüs yolu hiçbir zaman trafik orada araç çevirmez, nasıl araç kullanıyorsa, artık trafik polisinin bulunduğu bölgeden nasıl geçiyorsa, trafik polisi peşine düşüyor, polis durduruyor, ehliyet ruhsat, tabi ehliyet var. Ruhsatı çıkarıyor, ruhsatın muayenesi yok, muayenesi olmadığı içinde aracın çekilmesi lazım, bağlanması lazım, araç bağlanıyor. Yer Erenköy, aracın gittiği yer Çengelköy, on dakika vaktim yok aracı ancak araç sahibi alabilir. Telefon ediyor, trafik çevirdi, aracın muayenesi olmadığı için aracı bağladılar ve götürdüler. Peki, canın sağ olsun diyoruz, peşine düşüyoruz. Dedim, “kitap evinden benim kitaplarımdan istemişler, Litera kitap evinden kitapları paket yap, arabaya bin ve git”. Diyorum burada nasıl bir pasif agresif yapı yapabilir. Düşünüyorum, trafiğe takılır, oraya gitmez, gecikir ama saat daha üç. Bir saatte gidilecek trafiği üç saatte gider, saat altı kitapevi yedi de kapanıyor. Gider, mümkün değil diyorum. Kaza yapabilir mi? O büyük kaza yapmaz, hafif sürtebilir diyorum. Sürtsün. Kafamdan pasif- agresif sistemle ilgili yapılar. Tamam dedi içerde bir faaliyet, koliler,kitaplar falan anahtarı istedi. Arabayı garajdan çıkardı, arabaya bastı gitti. Saat iki buçuk, üç gibi ben içeride hasta bakıyorum. Burada cam var, girişli çıkışlı, anahtar girişleri ile görüyorum. Beş gibi teslim etti geldi. Bizde çocuğun günahını alıyoruz, pasif- agresif diye anlatabildim mi? İçeride bir hareket oldu, bir şey oldu, tekrardan kapı on dakika sonra çarpıldı gitti. Hasta devam ediyor, çıktım yok ortada. Sekiz gibi geldi, ben yine hasta bakıyorum. Ne yaptın, dedim. Hallettim, dedi. Hallettim, dedi. İyi dedim. Çıktık, gittik. Hikâyenin öbür tarafına bakalım, bu üç gibi çıkar, gaza basar, bir saat sonra Çapanın karşısında kitap evinin önünde içeri girer, ağabey kitapları getirdim, der. Olur derler, çocuklara söyleyin alsın. Nerede? Arabanın bagajında. Giderler, bagajı açarlar yok. Eyvah ben kitapları koymayı unuttum, Tahir ağabey beni öldürür, der. Ağabey ben onları hemen alıp, geleceğim der, döner, Çapadan kitapları almaya beş gibi gelir. Bir girişi çıkışı. Kolileri arabaya yerleştirir, fakat akşam trafiği, diğer tarafta yedide kapanır, banka gibi yediyi beş geçe oraya ulaşır. Firma kapalı, kitaplar bagajda, ne yapayım ne yapayım orada yanda birkaç bina ileride bir cami var, orada çalışanın lojmanı, ona tıklatır, ağabey bana yardım et, benim patronum çok kızar, işten atar, şu koliyi sabah olunca şeye verir misiniz? Peki derler içinde bomba falan yok değil mi? Orayı ikna eder, o kolileri bırakır ve döner gelir. Bana da hallettik der. Şimdi pasif- agresif yapı böyle bir yapı. Pasif-agresif yapı bilinç ve şuurla yapmaz bunu, bilerek öbürüne zarar vermek anlamında, elektrik faturasını yatırmayayım, su faturasını yatırmayayım, görevimi ihmal edeyim ve erteleyeyim derdinde değildir. Bu otomatik olarak ortaya çıkan bilinç dışı bir süreçtir. Kişinin kendisini ketlemesi ve kırmasıdır. Eğer bir insan kendi kendine otorite ile savaşta pasif bir agresyon gösteriyor, erteliyor, bir takım görevlerini yerine getirmiyorsa bu genellikle pasif -agresif yapı. Özellikle totaliter rejimlerde hem komünist, hem faşist, hem de bizim gibi ilkel demokrasisi olan yönetim sistemlerinde memurların, amirlerine karşı olan davranışları hep pasif- agresiftir. Memurların vatandaşlara karşı davranışları pasif agresiftir. Orada bir bağımsızlık mücadelesinin, bir takım savunma düzenekleri ile ortaya konmasıdır. Bağımsızlık mücadelesinden kastımda kişinin var olma mücadelesi. Ne kadar yok edilmiş, o kadar kimliği onamamıştır ki, o kadar otorite tarafından ezilmiştir ki, ancak pasif bir direnişle kendini ortaya koyabilir. Ben buna Gandi yöntemi diyorum. En güçlü karşıdakini çileden çıkarıcı yöntem. Gandi demiş ki, İngilizlere karşı savaşmayın, oturun ve bekleyin. Oturmuşlar ve beklemişler, aynı bizim delikanlının hocanın odasında oturduğu gibi. İngilizler çileden çıkmışlar, bir mermi atmadan ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlar. Çünkü bunlar üretmemişler, sadece oturmuşlar onun için çok etkili. Eğer birisini çileden çıkarmak istiyorsanız gerçekten çileden, sadece bekleyin. Tamam deyin, tamam ama asla bir şey yapmayın. Bir şey yapmayın. Biri size kızarsa, siz üç katı kızın. Kendinize ne kadar şerefsizim, ne kadar adiyim, böyle bir şey yapılabilir mi? Gelip sizi teskin ederler, bu kadar kızma kendine diye. Evet, self-defeating ile ilgili şuradan Amerikaların söylediği maddelere de bakayım. Bütün sosyal ve mesleki görevleri yerine getirirken pasifçe direnme, biraz önce bahsettiğim başkaları tarafından yanlış anlaşılma ve takdir edilmeme. Hep yanlış anlaşıldım derler, bunları yaparlar, hep yanlış anlaşılırlar. O kadar uğraşıyorum bak o kadar, elektrik idaresine gitmek için sabahtan akşama kadar koşturdum bir türlü yatıramadık ama kimse de bunu takdir etmiyor. Asık suratlı ve kavgacıdır. Otoriteyi nedensiz yere eleştirip, küçük görür. Görünürde daha şanslı kişilere karşı kıskançlık ve alınganlık gösterir, kişisel şanssızlığından sürekli şikâyet eder ve abartılı bir şekilde dile getirir. Düşmanca karşı koyma ve pişmanlık arasında gidip gelir. Bunlarıda biraz önce anlatmış oldum, hikâyenin bir tarafı. İnşallah toplum olarak hem self- defeating olmaktan, hem pasif-agresif olmaktan kurtuluruz. Evet, bugünkü sohbetimi burada kesiyorum, biraz uzadı. Soru var mı? Kısaca bir iki soru varsa alayım, yoksa evimize gidelim. Peki bir soru. Konuşmacı: Hocam siz güzel anlattınız ama yalnız sizin bu anlattığınız ölçülere göre zaten sağlıklı insan yok. Tahir ÖZAKKAŞ: Ara sıra normal bulunuyor, dedim. Baştan söyledim, sohbetin başında yoktun sen. Evet, peki teşekkürler arkadaşlar.
Kimler var, kimler yok diye bakıyorum. Evet, arkadaşlar hoşgeldiniz. Böyle aylık sohbetlerimizi son aylarda kişilik yapılarıyla ilgili olarak yaptık. Herhalde bu ay, son kişilik örüntüleri olan son kişilik örüntülerinden diyebiliriz. Bizim toplumumuzda sıkça görülen, karşılaştığımız, bizzat kendisi olduğumuz iki kişilik örüntülenmesini daha yakından tanıyacağız, göreceğiz.